2 Ocak 2015 Cuma

Camus'sal Alan

Uyandığımda Gregor Samsa gibi dev bir böceğe dönüşmüştüm. Yataktan çıkmakla çıkmamak arasındaki tereddüdüm yarım saatimi aldı. Başımı sola çevirip pencereye baktığımda, pencere olması gereken yerin küçük bir kütüphaneye dönüştüğünü gördüm. Dikkatimi verip kitapların adını okumaya çalıştım. Ses ve Öfke-William Faulkner, Bir İdam Mahkumunun Son Günü-Victor Hugo, Yabancı-Albert Camus… Hemen Yabancı’yı açıp 55. sayfayı okumak istedim. Neden 55. sayfayı okumak istediğimle ilgili en ufak bir fikrim yoktu. Yabancı’yı almak için kolumu uzattığımda bütün kitaplar Albert Camus’nün kitaplarına dönüştü. Vadideki Zambak-Albert Camus, Yahudinin Tahta Kılıcı-Albert Camus, Binbir Gece Masalları-Albert Camus… Yalnızca bir kitabın ismi yoktu ve üzerinde “Kamusal Alan”dan başka hiçbir şey yazmıyordu. Elim gayri ihtiyari bu kitaba uzandı. Önsözü ve içindekiler kısmını atladım ve ilk sayfayı açtım:
Sayfa 1: “Zafer inananlarındır” Aziz Yıldırım…
Sayfa 2: “Evdeki hesap çarşıya uymaz” Anonim…
Sayfa 3: “Kamusal alana başörtüsü ile girmek yasaktır” Ahmet Necdet Sezer…
Sayfa 4: “Kamusal, umumî demektir” herhangi bir Türkçe sözlük…
Sayfa 5: “Alan eski Türklerde tuvalet anlamında kullanılır” Türk Bilge Kağan…
Sayfa 6: “Bu durumda kamusal alan, umumi tuvalet anlamına gelir” herhangi bir düz mantık…
Sayfa 7: “Öyleyse sıçmaya bile başörtüsüyle giremeyeceğiz” mamalaksoyka…

Kitabın ne anlattığını idrak etmeye çalıştım. İdrak kelimesini kullanmam beni işkillendiriyordu. Bir kitabı elime alır almaz son cümlesini okumak huyumdu. Bunu yapmadığımı anımsayıp derhal son sayfayı açtım. “Yazarın Diğer Yapıtları”… Aradığım şey bu değildi. Bir sayfa geri döndüm ve esas son sayfayı açtım:
Son sayfa: “Belki de budur seninde söylemek istediğin, havaya kalkmaz, şerefe kalkar kadeh dediğin” Arif Nihat Asya…

Bütün bu okuduklarımın ne anlama geldiğini çözmeye çalışıyordum. Düşünce emaresi bir hamleyle başımı sola çevirdiğimde, Madam Bilengo’nun yanı başımda oturduğunu gördüm. “Nedir dedim, madam nedir bu hikayenin aslı?”
Madam titrek şefkatini burnundan soluyup ağzından çıkardı:
“Uyandın dedi, kitap meselesi sadece bir rüyaydı.”
“Rüya mıydı? Peki bu rüyanın manası ne madam?”
“Bilmiyorum dedi madam, son cümleyi okusaydın manayı çözebilirdim.”
“Okudum madam, Arif Nihat Asya…”
“Hayır dedi madam, son cümleyi okumadın. Onu sen uydurdun. Son sayfayı açtığında çoktan uyanmıştın. Son cümleyi okumak için kitabın sonunu ilk açışında, yani ‘Yazarın Diğer Yapıtları’ başlığını okuduğunda uyandın. Sonrasını kendin uydurdun.”
“Meraktan dimi Madam?”
“İnsanın başına ne geliyorsa” dedi madam.
“Anladım madam, anladım.”

Davayı çözmüştüm. Rüyanın en kıyak yerinde uyanan herkesin yaptığını yapmış, uyandığımı zihnimden gizlemeye çalışmış, gözlerim kapalı, hareketsiz öylece uzanmıştım. Rüyamın devamını kendim uydurup, sonra uydurduğum şeye inanmayı seçmiştim. Zaten hakiki uyanış, rüyanızın uydurma olup olmadığını sorgulama mahiyetindeki birkaç saniyelik zaman dilimine verilen isimdir ve insan daima inanmak istediği şeye inanmaya meyyaldir.

Gene de küçük bir kütüphane görme umuduyla başımı pencereye çevirdim. Pencereden içeri giren güneş ışıkları, hayatın büsbütün bir kütüphane olduğunu söylüyor, kalk da oku diyordu. Öyle yaptım, Madam Bilengo’yu cebime koyup, çişimi yapmak amacıyla kamusal alan’a doğru yol aldım ve olmazsa olmaz bir Amerikan türküsünü dilime doladım: “Ay em e lonli koboy…”