Uyandığımda Gregor Samsa gibi dev bir
böceğe dönüşmüştüm. Yataktan çıkmakla çıkmamak arasındaki tereddüdüm yarım
saatimi aldı. Başımı sola çevirip pencereye baktığımda, pencere olması gereken
yerin küçük bir kütüphaneye dönüştüğünü gördüm. Dikkatimi verip kitapların
adını okumaya çalıştım. Ses ve Öfke-William Faulkner, Bir İdam Mahkumunun Son
Günü-Victor Hugo, Yabancı-Albert Camus… Hemen Yabancı’yı açıp 55. sayfayı
okumak istedim. Neden 55. sayfayı okumak istediğimle ilgili en ufak bir fikrim
yoktu. Yabancı’yı almak için kolumu uzattığımda bütün kitaplar Albert Camus’nün
kitaplarına dönüştü. Vadideki Zambak-Albert Camus, Yahudinin Tahta Kılıcı-Albert
Camus, Binbir Gece Masalları-Albert Camus… Yalnızca bir kitabın ismi yoktu ve
üzerinde “Kamusal Alan”dan başka hiçbir şey yazmıyordu. Elim gayri ihtiyari bu
kitaba uzandı. Önsözü ve içindekiler kısmını atladım ve ilk sayfayı açtım:
Sayfa 1: “Zafer inananlarındır” Aziz
Yıldırım…
Sayfa 2: “Evdeki hesap çarşıya uymaz”
Anonim…
Sayfa 3: “Kamusal alana başörtüsü ile
girmek yasaktır” Ahmet Necdet Sezer…
Sayfa 4: “Kamusal, umumî demektir”
herhangi bir Türkçe sözlük…
Sayfa 5: “Alan eski Türklerde tuvalet
anlamında kullanılır” Türk Bilge Kağan…
Sayfa 6: “Bu durumda kamusal alan, umumi
tuvalet anlamına gelir” herhangi bir düz mantık…
Sayfa 7: “Öyleyse sıçmaya bile
başörtüsüyle giremeyeceğiz” mamalaksoyka…
Kitabın ne anlattığını idrak etmeye
çalıştım. İdrak kelimesini kullanmam beni işkillendiriyordu. Bir kitabı elime
alır almaz son cümlesini okumak huyumdu. Bunu yapmadığımı anımsayıp derhal son
sayfayı açtım. “Yazarın Diğer Yapıtları”… Aradığım şey bu değildi. Bir sayfa geri döndüm ve
esas son sayfayı açtım:
Son sayfa: “Belki de budur seninde
söylemek istediğin, havaya kalkmaz, şerefe kalkar kadeh dediğin” Arif Nihat
Asya…
Bütün bu okuduklarımın ne anlama
geldiğini çözmeye çalışıyordum. Düşünce emaresi bir hamleyle başımı sola
çevirdiğimde, Madam Bilengo’nun yanı başımda oturduğunu gördüm. “Nedir dedim,
madam nedir bu hikayenin aslı?”
Madam titrek şefkatini burnundan soluyup
ağzından çıkardı:
“Uyandın dedi, kitap meselesi sadece bir
rüyaydı.”
“Rüya mıydı? Peki bu rüyanın manası ne
madam?”
“Bilmiyorum dedi madam, son cümleyi
okusaydın manayı çözebilirdim.”
“Okudum madam, Arif Nihat Asya…”
“Hayır dedi madam, son cümleyi okumadın.
Onu sen uydurdun. Son sayfayı açtığında çoktan uyanmıştın. Son cümleyi okumak
için kitabın sonunu ilk açışında, yani ‘Yazarın Diğer Yapıtları’ başlığını
okuduğunda uyandın. Sonrasını kendin uydurdun.”
“Meraktan dimi Madam?”
“İnsanın başına ne geliyorsa” dedi
madam.
“Anladım madam, anladım.”
Davayı çözmüştüm. Rüyanın en kıyak
yerinde uyanan herkesin yaptığını yapmış, uyandığımı zihnimden gizlemeye
çalışmış, gözlerim kapalı, hareketsiz öylece uzanmıştım. Rüyamın devamını
kendim uydurup, sonra uydurduğum şeye inanmayı seçmiştim. Zaten hakiki uyanış,
rüyanızın uydurma olup olmadığını sorgulama mahiyetindeki birkaç saniyelik
zaman dilimine verilen isimdir ve insan daima inanmak istediği şeye inanmaya
meyyaldir.
Gene de küçük bir kütüphane görme
umuduyla başımı pencereye çevirdim. Pencereden içeri giren güneş ışıkları,
hayatın büsbütün bir kütüphane olduğunu söylüyor, kalk da oku diyordu. Öyle
yaptım, Madam Bilengo’yu cebime koyup, çişimi yapmak amacıyla kamusal alan’a
doğru yol aldım ve olmazsa olmaz bir Amerikan türküsünü dilime doladım: “Ay em
e lonli koboy…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder