20 Şubat 2015 Cuma

Mıstır Em’le Madam Es’in Tuhaf Karşılaşması

Köşe başında beyaz sigarasını ağzına yerleştiren Bay Em, başına geçirdiği kukuletasının bedenine kattığı karizmatik duruşa birkaç arşın manifesto ekleyerek sokak lambasının altında yeni yeni beliren Madam Es’in gözlerine sürme gayesiyle derin bir nefes çekti. Nefesin tesirini bedeninde değil, yüreğinde hisseden Madam Es, vücuduna emzirdiği ince kıyafetini bir çırpıda soyutlayarak Bay Em’in kendisi için çizdiği rotaya titrek dokunuşlarla sokuldu. Beyaz kaldırımın yaman kokusuna kalın topuklarıyla ahenk katan Madam Es, olası bir karda kayma hikayesine hazırlıksız yakalandığı gerekçesiyle tek seferde yola adımladı. Madam Es’e yaklaşan arabanın korna sesine tahammül edemeyecek kadar sükut içinde kalp titreten Bay Em, amatör bitirimlerin ürkek dans ritimlerini ayaklarıyla şekillendirerek Madam Es’i estetik hatlarından kavrayıp ilk yudumda kaldırıma çekti. Bünyesinde böylesi bir çarpılma haline hiç de alışık olmayan Madam Es’in, oval kaşlarını çatmasına ramak kala Bay Em, birkaç saniye önce içine çektiği nefesi nihavent makamından bir telaşla Madam Es’in gözlerinden aşağı saldı. Salınan nefesin titrek buğusunu sokak lambasının oynak ışıkları altında hisseden Madam Es, “size aşık oluyorum galiba” isimli yeni keşfettiği bakışı Bay Em’in karanlık sakalına okudu. Okuyuş, Bay Em’in “daha varılacak nice liman vardır” duruşuna keman sesleri ekleyip kukuletasının altından zihnine, ciğerlerinden sigarasına ve oradan da yedi düvele yayılıp kalabalıkta kaybolmak suretiyle karanlığa gark oldu. Ressamın donuk zihninden sıyrılan birkaç saniyenin ardından geriye kalan, karanlıkta kaybolan Bay Em’in, sigarasını ağzından sağ eline aldığı anlar oldu. Resim, Madam Es’in ince elbisesinin perdesinden Bay Em’i seyre dalması; Bay Em’in karanlıktan sıyrılıp sokak lambasının sarı ışığının altında siyah elbisesiyle belirmesi ve yeniden karanlığa bürünmesiyle nihayet buldu. Madam Es, o dakikalarda hangi yöne ne şekilde gitmeye karar verdi bilinmez. Bay Em’in karanlıkta kaybolmasına şahitlik eden sokak lambaları, kendi heyecanlarını tabiata sirayet etmek kaygısıyla birkaç saniyeliğine ışığını kesti. Belki de bu, basit bir elektrik kesintisinden başka bir şey değildi…

13 Şubat 2015 Cuma

Leyland: Yan yana dizilmiş tuhaf kızdan bir göğün, yalnız beni barındıran, taş üstüne taş koyarak yükselttiği şatom, evim benim!

Böylelikle kırlangıçların üstünde biz doğmadan çok daha önce yeşeren bulutlar yeniden alevleniyor. Sahip olmak sana, yazgısız maddi kavramların pusundan sıyrılıp bir lokmada düşlerimde uyanıyor. Şimdi her şeyinle, her halinle benimsin. Milyonlarca dolarla satın alınamayacak saçlarını, beş para ödemeden kendime armağan ediyorum. Bir sonraki sefere tepeden tırnağa taşralı olarak doğduğumuz şehirde buluşmak dileğiyle…

Kulübemin üzerinde rüzgarsı taşlar, kiremit mırıltılarıyla kuş yuvası. Gerektiğinde kar kadar sınırsız, gerektiğinde güvercin kadar tenha. Sen kapat pencereni kendini güvende san. İ harfini oluşturan ne varsa gelir sızar içeri duvarlarından. Siz de gelin ey! Siz de gelin diye bağırır orman. Ağaçlara, yaban otlarına ve sesine konar erguvan.

İzin verme derim, izin verme bu gökyüzü bozmasın ahengimizi. Yumuşak dokunun sıcak soluğundan ve gri paslı yakamozlardan bir çırpıda geri gelsin ellerimiz. İşte bu benim dersin, benim daha keşfetmediğim ne yazlarım var, hiç sezdirmeden bedenime sürdüğün yuvamızın eşiği. Kaşların düzen bozan uyum, heybende incecik fistan. Ve senin anahtarın var, dünyanı dünyama kilitlediğin. Eşikte gece gündüz öylece bekler, kapının sesi ince nağmelerin, nihaventten yörük semaiye çalan iniltinle, “ey” dersin, “ey kapıda bekleyen! Ay ışığınız varsa içeri girebilirsiniz.” Neyse ki cebimizde hep bir ay ışığı olur, gelir konar patikandan sola sapınca varılan kervansaraylarına.

Ben bazen, umulmadık yağmurların arkasından kabuğuma çekilip Bakelard okurum. Sen Silvia’nın dağa tırmandığı roman olursun, virgül gibi ismin sayıklanır Antik Miken Uygarlığında. Kralın başına tacı gözlerin giydirir. Yok yere kaleleri yıkılır Rodos’un. Taslaklarım parmaklarına ayrılmış saatli bomba, yalnızlığın göbek adı sensizlik. Şiir yazdığını anlarsa şair her şey değişir. Hem seni görmeden nasıl yazılır herhangi bir şiir. Bilinmez baharat desenli sunta gergefler niçin korunur Mora adlı yarımadada. Ve niçin bir ırmak uzun uzadıya tasvir edilir zikredilen romanın son sayfasında…

Leyla’sı olan bir adam gibi değil, Leyla’sı olmayan bir adam gibi yaşıyorum seni, kainatın bize öğrettiği düsturu yadsıyıp tepeden tırnağa istediğim gibi… Ey benim titrek yadsımalarım, nasıl da gelir oturur buzdan kederime. Sen çıkıverirsin sokağımın sedeften tortusuna, “benim” dersin, “benim işte olmasını istediğin şey; siliyorum şimdi bunları, bir daha kapatma kalbimi. Çare yok, kapı açıksa girilecek.


Düş kurmanın masum derinliğinde oyuncaklar ıslatırım sana. Bak derim, bu yanakların için, bu kirpiklerin ve bu da kasımpatı şarkısından ve ıhlamur dumanlarından koruyup emzirdiğimiz evimiz. Ey, titrek duman alevlerinde çığ gibi büyüyen kadınım, sarkaçlarıma gece yarısı Bab-ı âli’den düşen nefesim benim, dizlerin ortaçağdan kotarılma yatay hazine, kaşların siyah beyaz filmlerin sinopsisi, kim getirir şimdi yosun tutuşan şehrimde bir araya seninle beni?

Şimdi bu benim gençliğim, bu çocukluğum ve bu da bebekliğim. Bunu bir köşeye koy, bu sobamız olsun ve bu gülüşümüz. Kıyımızdan portrelerin tepesine, saman alevlerinden tasarladığımız bu narenciye merhametleri ve kalbimizin ritmik dans edişini ve şafağın tutsak mavisini yerleştirelim ve tek yudumda bir gerçek gibi ansızın yok olmasına karşı gelelim. 
Olur mu evim, olur mu şatom benim...