Böylelikle kırlangıçların üstünde biz
doğmadan çok daha önce yeşeren bulutlar yeniden alevleniyor. Sahip olmak sana,
yazgısız maddi kavramların pusundan sıyrılıp bir lokmada düşlerimde uyanıyor.
Şimdi her şeyinle, her halinle benimsin. Milyonlarca dolarla satın alınamayacak
saçlarını, beş para ödemeden kendime armağan ediyorum. Bir sonraki sefere
tepeden tırnağa taşralı olarak doğduğumuz şehirde buluşmak dileğiyle…
Kulübemin üzerinde rüzgarsı taşlar,
kiremit mırıltılarıyla kuş yuvası. Gerektiğinde kar kadar sınırsız,
gerektiğinde güvercin kadar tenha. Sen kapat pencereni kendini güvende san. İ
harfini oluşturan ne varsa gelir sızar içeri duvarlarından. Siz de gelin ey!
Siz de gelin diye bağırır orman. Ağaçlara, yaban otlarına ve sesine konar
erguvan.
İzin verme derim, izin verme bu gökyüzü
bozmasın ahengimizi. Yumuşak dokunun sıcak soluğundan ve gri paslı yakamozlardan
bir çırpıda geri gelsin ellerimiz. İşte bu benim dersin, benim daha
keşfetmediğim ne yazlarım var, hiç sezdirmeden bedenime sürdüğün yuvamızın
eşiği. Kaşların düzen bozan uyum, heybende incecik fistan. Ve senin anahtarın
var, dünyanı dünyama kilitlediğin. Eşikte gece gündüz öylece bekler, kapının
sesi ince nağmelerin, nihaventten yörük semaiye çalan iniltinle, “ey” dersin,
“ey kapıda bekleyen! Ay ışığınız varsa içeri girebilirsiniz.” Neyse ki cebimizde
hep bir ay ışığı olur, gelir konar patikandan sola sapınca varılan
kervansaraylarına.
Ben bazen, umulmadık yağmurların
arkasından kabuğuma çekilip Bakelard okurum. Sen Silvia’nın dağa tırmandığı roman
olursun, virgül gibi ismin sayıklanır Antik Miken Uygarlığında. Kralın başına
tacı gözlerin giydirir. Yok yere kaleleri yıkılır Rodos’un. Taslaklarım
parmaklarına ayrılmış saatli bomba, yalnızlığın göbek adı sensizlik. Şiir
yazdığını anlarsa şair her şey değişir. Hem seni görmeden nasıl yazılır
herhangi bir şiir. Bilinmez baharat desenli sunta gergefler niçin korunur Mora
adlı yarımadada. Ve niçin bir ırmak uzun uzadıya tasvir edilir zikredilen
romanın son sayfasında…
Leyla’sı olan bir adam gibi değil,
Leyla’sı olmayan bir adam gibi yaşıyorum seni, kainatın bize öğrettiği düsturu
yadsıyıp tepeden tırnağa istediğim gibi… Ey benim titrek yadsımalarım, nasıl da
gelir oturur buzdan kederime. Sen çıkıverirsin sokağımın sedeften tortusuna,
“benim” dersin, “benim işte olmasını istediğin şey; siliyorum şimdi bunları, bir
daha kapatma kalbimi. Çare yok, kapı açıksa girilecek.
Düş kurmanın masum derinliğinde
oyuncaklar ıslatırım sana. Bak derim, bu yanakların için, bu kirpiklerin ve bu
da kasımpatı şarkısından ve ıhlamur dumanlarından koruyup emzirdiğimiz evimiz.
Ey, titrek duman alevlerinde çığ gibi büyüyen kadınım, sarkaçlarıma gece yarısı
Bab-ı âli’den düşen nefesim benim, dizlerin ortaçağdan kotarılma yatay hazine,
kaşların siyah beyaz filmlerin sinopsisi, kim getirir şimdi yosun tutuşan
şehrimde bir araya seninle beni?
Şimdi bu benim gençliğim, bu çocukluğum
ve bu da bebekliğim. Bunu bir köşeye koy, bu sobamız olsun ve bu gülüşümüz.
Kıyımızdan portrelerin tepesine, saman alevlerinden tasarladığımız bu narenciye
merhametleri ve kalbimizin ritmik dans edişini ve şafağın tutsak mavisini
yerleştirelim ve tek yudumda bir gerçek gibi ansızın yok olmasına karşı
gelelim.
Olur mu evim, olur mu şatom benim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder