13 Şubat 2015 Cuma

Leyland: Yan yana dizilmiş tuhaf kızdan bir göğün, yalnız beni barındıran, taş üstüne taş koyarak yükselttiği şatom, evim benim!

Böylelikle kırlangıçların üstünde biz doğmadan çok daha önce yeşeren bulutlar yeniden alevleniyor. Sahip olmak sana, yazgısız maddi kavramların pusundan sıyrılıp bir lokmada düşlerimde uyanıyor. Şimdi her şeyinle, her halinle benimsin. Milyonlarca dolarla satın alınamayacak saçlarını, beş para ödemeden kendime armağan ediyorum. Bir sonraki sefere tepeden tırnağa taşralı olarak doğduğumuz şehirde buluşmak dileğiyle…

Kulübemin üzerinde rüzgarsı taşlar, kiremit mırıltılarıyla kuş yuvası. Gerektiğinde kar kadar sınırsız, gerektiğinde güvercin kadar tenha. Sen kapat pencereni kendini güvende san. İ harfini oluşturan ne varsa gelir sızar içeri duvarlarından. Siz de gelin ey! Siz de gelin diye bağırır orman. Ağaçlara, yaban otlarına ve sesine konar erguvan.

İzin verme derim, izin verme bu gökyüzü bozmasın ahengimizi. Yumuşak dokunun sıcak soluğundan ve gri paslı yakamozlardan bir çırpıda geri gelsin ellerimiz. İşte bu benim dersin, benim daha keşfetmediğim ne yazlarım var, hiç sezdirmeden bedenime sürdüğün yuvamızın eşiği. Kaşların düzen bozan uyum, heybende incecik fistan. Ve senin anahtarın var, dünyanı dünyama kilitlediğin. Eşikte gece gündüz öylece bekler, kapının sesi ince nağmelerin, nihaventten yörük semaiye çalan iniltinle, “ey” dersin, “ey kapıda bekleyen! Ay ışığınız varsa içeri girebilirsiniz.” Neyse ki cebimizde hep bir ay ışığı olur, gelir konar patikandan sola sapınca varılan kervansaraylarına.

Ben bazen, umulmadık yağmurların arkasından kabuğuma çekilip Bakelard okurum. Sen Silvia’nın dağa tırmandığı roman olursun, virgül gibi ismin sayıklanır Antik Miken Uygarlığında. Kralın başına tacı gözlerin giydirir. Yok yere kaleleri yıkılır Rodos’un. Taslaklarım parmaklarına ayrılmış saatli bomba, yalnızlığın göbek adı sensizlik. Şiir yazdığını anlarsa şair her şey değişir. Hem seni görmeden nasıl yazılır herhangi bir şiir. Bilinmez baharat desenli sunta gergefler niçin korunur Mora adlı yarımadada. Ve niçin bir ırmak uzun uzadıya tasvir edilir zikredilen romanın son sayfasında…

Leyla’sı olan bir adam gibi değil, Leyla’sı olmayan bir adam gibi yaşıyorum seni, kainatın bize öğrettiği düsturu yadsıyıp tepeden tırnağa istediğim gibi… Ey benim titrek yadsımalarım, nasıl da gelir oturur buzdan kederime. Sen çıkıverirsin sokağımın sedeften tortusuna, “benim” dersin, “benim işte olmasını istediğin şey; siliyorum şimdi bunları, bir daha kapatma kalbimi. Çare yok, kapı açıksa girilecek.


Düş kurmanın masum derinliğinde oyuncaklar ıslatırım sana. Bak derim, bu yanakların için, bu kirpiklerin ve bu da kasımpatı şarkısından ve ıhlamur dumanlarından koruyup emzirdiğimiz evimiz. Ey, titrek duman alevlerinde çığ gibi büyüyen kadınım, sarkaçlarıma gece yarısı Bab-ı âli’den düşen nefesim benim, dizlerin ortaçağdan kotarılma yatay hazine, kaşların siyah beyaz filmlerin sinopsisi, kim getirir şimdi yosun tutuşan şehrimde bir araya seninle beni?

Şimdi bu benim gençliğim, bu çocukluğum ve bu da bebekliğim. Bunu bir köşeye koy, bu sobamız olsun ve bu gülüşümüz. Kıyımızdan portrelerin tepesine, saman alevlerinden tasarladığımız bu narenciye merhametleri ve kalbimizin ritmik dans edişini ve şafağın tutsak mavisini yerleştirelim ve tek yudumda bir gerçek gibi ansızın yok olmasına karşı gelelim. 
Olur mu evim, olur mu şatom benim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder