24 Eylül 2016 Cumartesi

Bir Gece Ansızın Gidebiliriz! Belki de Hayatı Yine Boşlarız!

20 milyonluk şehirde nereden baksan yalnızım. Yanıbaşımda yelkovanlar ve leylekler. Bir adım ötemde denizin tuzlu gövdesi. Bir fincan kahve, bir kadın ve kırık bir kadın kalbi…
Sırılsıklam aşığım… Yeni sütunlar, eski sütunlar, açık pencereler, kapalı pencereler, basamaklar, merdivenler… hepsi duysun! En güzel yazılar yalnızken yazılırlar. Bu tantana bu gümbürtü neden? Sevgiden beyim sevgiden…
Hey gidinin Nazan Öncel’i, senin mi bu kaçınılmaz yük? Ondan mıdır sesinin buğusu, gözlerinin karası, çirkinliğin. Bendeniz gibisin, Sezen gibi, neyse işte. Oldum olası kadın şarkıcılardan hazzetmemişimdir zaten!
Peki ya siz beyim? Nedendir incecik belinizden yarı hışımla çekip çevirdiğiniz ve bir bebek gibi emzirdiğiniz, üstelik hüznünüze hüzün kattığınız sesinizin karamsarlığı? Yoksa turnalardan haber gelmedi de ondan mı kızgınsınız gökyüzüne? Adınızı zikretmeyeceğim. Bulsun bulabilirse notalar.
Yolda yürüyorum ve bir türkü tutturuyorum:
Yarı kaygan yollardan geçerken,
Ağlak kadınlardan kaçarken,
Nedensiz usulsüz,
Girdiniz rüyalarıma.
Ama neden çıktınız hışımla?
Eteklerinizde kaldı gözlerim
Ben hiçbir kelebeğin
Bu kadar güzel olduğunu bilmezdim…
Harun Kolçak söylerken Hakan Peker de vokal yapar. Nedensiz usulsüz mısraında hicazkar kürdi bir uzama ve bu kadar güzel olduğunu’dan sonra kalkale. Lo lo lo lo sol, fa fa lo lo sol. Si si lo lo sol. La basmıyor klavyem…
Parantez içinde yazılı mısra olmadığı için nakaratın ikinci kısmında mısra değişimine gerek duyulmamıştır. Bilenler bilirler, hem sözlü hem çalgılı şarkı yazanlar, bahçıvanlar değil bestekarlardır. Bestekar, ressam ve bilumum kadın isimleri üzerine ihtisas yapanlar, aynı telden çalıp ayrı tl’den alanlar, bu dünyanın gelir adaletsizliğine dem vuranlar, geceleri mehtaba karşı türkü çığıranlar ve de onları dinlemeye hayran kalanlar da bilirler ki, bir gece ansızın gidebiliriz, belki de hayatı yine boşlarız şarkısının en uzun mısraında bir kadın göbeğinin ritmik dans edişleri ve bir erkek gözlerinin gayrı ritmik dokunuşları bir klibin sorunsuzluğuna işaret ettiğinden ve yukarıdaki şarkıların sayın yönetmenler tarafından değil, saygısız sokak çocukları tarafından çekilmesi gerektiğinden bu satırları kaleme almaktan büyük hissiyatsızlık duyuyorum. Yok mu bi şeyler diyerekten ve de fena halde raks ederekten sevgilerimi ve hürmetlerimi sunuyorum. Esen kalın; kostüm vakko…

17 Eylül 2016 Cumartesi

Baş Örtüsü Başı Örter, Vücudu Örtmek İçin Başka Kıyafetlere İhtiyaç Vardır. Biri Kadınlara Bunu Anlatsın!

Anlat! Kırmızı rujların altında kaldırımların nasıl tutuştuğunu anlat! Zamanın dahi yandığını, insanın paramparça edildiğini anlat! Baş örtüsünün başı örttüğünü, vücudun diğer yerlerini örtmek için başka türlü kıyafetlerin de giyilmesi gerektiğini anlat! Kapalı olmakla tesettürlü olmak arasındaki farkı sor! Cevap verilmiyorsa anlat!
Adam’ın not defterine yazılan bu satırlar Nergis’in umurunda değildi. O, bir çiçeğe adını veren kelimeye gizlenmiş sırra güveniyordu. Ruhun hiç edilip bedenin hükümdar olduğu bir dünyada kullanılıp kenara atılan bir cariyeydi. Ne vakit adına bir kuş konsa kendini Paris sosyetesinden hanımeli zannederdi. Yalnızlığıysa güzelliğinin bahtsızlığındandı! Nefsine ağır gelenler, insan olmanın gereğiydi. Hiçbir dönüşün olmadığına, olsa dahi bunun yolun sonuna gelmeden yapılamayacağına inanırdı. O, bu dünyanın insanıydı ve öyle kalacaktı. Başındaki örtü onu 1400 yıl öncesine götüremeyecek kadar yeniydi. Yeniydi ve pahalı instagram hesaplarından tedarik edilmişti. İhtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarına ulaşamadığı bir çağda, çağın gereklerini yapmaktan başka bir işe yaramıyordu. Adam, Nergis’in nefes alışlarının kalorifer peteklerinden sızan dumanlarla kaplandığını gördü. Gitti. Bu gidiş, Nergis için piçlikti. Adam, asalete inanmayanların dahi asilce göreceği türden, arkasına bakmadan gitti.
Not: İsimler yalandır! Ne adam adamdır ne Nergis çiçek!

14 Eylül 2016 Çarşamba

Yer Elması

“Beni bilirsin, dedi, topladığım elmaları hiç çekinmeden getirir buraya koyarım. Altına biraz saman ve elmaların birbirine değmemesi için birkaç bi şeyler. Sahi, sen Sait Faik okumuş muydun?”
Sözlerini bitirirken başını çevirip bana baktı. Her sorduğu sorunun ardından üç-beş saniye dönüp sorusunu yönelttiği kişiye bakardı. Kasayı yere koydu. Ben kasanın içindeki elmalara bakıyordum. Elmaların birbirine değmediğinden emin olmak gerekiyordu. Yoksa bunca çabanın hiçbir anlamı olmazdı. Çünkü elmalar, birbirine değdiği anda çürümeye başlardı. İnsanlar gibi…
“Hey, sana diyorum! Sait Faik okumuş muydun?” dedi. Okumuştum elbet. Ama aklım elmalardaydı ve sorulan soru umurumda değildi:
“Yer elmasını kaç metreden tanırsın?”
“Bilmem, iki, üç.”
“Amasya elmasını?”
“İki, üç.”
“Arap kızını?”
“Gerçek Arap kızı mı, elma mı?”
“Elma.”
“İki, üç.”
“Gala?”
“İki, üç.”
Eteğine doladığı önlüğü kaldırıp yüzünü sildi. Nedensizce etrafa bakındı. Hangi elmayı sorsam iki üç metreden tanıyacağını söylüyordu. Nerden biliyordu? Denemiş miydi? Amasya elmasını ve Gala’yı iki üç metreden tanımasını anlardım. Ama Arap kızı’nı çok sık görmüyordu ki. Peki ya yer elmasına ne demeli? Yer elması elma bile değildi. Papatyagillerden bir bitkiydi ve elmayla yakından uzaktan ilgisi yoktu. Yani yalan konuşuyordu. Göz göre göre aklımla alay ediyor, sorduğum her soruya bir cevap veriyordu. Her konuda fikri olan diğer insanlar gibi…
“Sait Faik diyordun?”
“Evet, okudun mu hiç?”
“Evet! Sen?”
“Okudum tabi.”
“Bir sözü var biliyor musun?”
“Ne?”
“Sait Faik’e bir öykücüyle ilgili görüşünü sorarlar. O da, ‘öyle öykücü mü olur, daha balık adlarını bilmiyor’ der.”
“Yani?”
“Bir şey yok.”

Ona, yer elmasının bir elma çeşidi olmadığını söylemedim. Sait Faik’in sözünden anlamasını istedim. Anlamadı tabi. İnsanlar, dolaylı yoldan övüldüklerinde bunu anlarlar. Yerildiklerinde ise daima şüphe duyarlar. “Laf mı soktu şimdi bana” gibisinden. Derya’da ikisi de yoktu: Ne övgü sevinci ne yergi şüphesi. Belki de yorgundu ve bunları düşünmeye ayıracak vakit bulamamıştı. Ama bir gerçek vardı: Derya, bir kitaba ilk sayfasından son sayfasına kadar satır satır göz gezdirmenin, onu okumak olduğunu zannediyordu. Diğer insanlar gibi… Halbuki okumak, böyle miydi? Kitabın 30. sayfasında kahramanın doğum tarihiyle ilgili bir ipucu, 90. sayfasında hikayenin geçtiği reel zamanın hangi yıla denk geldiği ile ilgili bir ipucu, 90. sayfadan 30. sayfaya dönüş, 115. sayfada bir başka ipucu, 126’dan 115’e dönüş… toplama, çıkarma, çarpma, bölme… Kahramanın yaşı bulunur. Ve sürpriz: 201. sayfada yeni bir ipucu ve dön geriye, tekrar topla tekrar böl… Sonuç? Kitap biter ve kahramanın yaşına, bir başka kahramanın yaşından ulaşılır. Yapılan işlemler, en azından kahramanın yaşına ispat teşkil eder. Derya bunları yapmış mıydı? Yoksa, daha ikinci sayfadan pat diye “Şermin 26 yaşındaydı” şeklinde kahramanın yaşını anında okuyucuya sunan romanlardan mı besleniyordu? Bilmiyordum! Merak da etmiyordum! Sait Faik okumuştum ve yer elmasının elma olmadığını biliyordum. Hepsi bu! Derya, geri dönüp elma toplamaya gitti. Topladıkları arasında yer elması yoktu!

9 Eylül 2016 Cuma

18.933 mü? Yuh Artık!

Yaklaşık 3 aydır Mora'ya girmiyordum. İki dakika önce girdim ve ziyaretçi sayısının 18.933 olduğunu gördüm. Reklamsız, promosyonsuz! En son baktığımda 16 binlerdeydi yanlış hatırlamıyorsam. Şaşkınım! Üzgünüm! Mutluyum! Mora'yı seviyorum. Alışkanlıktan da olsa bu siteye girilmesi hoşuma gidiyor. Madem öyle diyorum, yazılar gelir bundan sonra. Sıkıntı yok, yazarız. Bir ara bir arkadaşım yazdığım yazılardan en sevdiği 10 cümleyi sıralayıp bana göndermişti. Böylece onu da can sıkıntısından kurtarmış olurum belki. Top 10 listeleri hazırlayacağına açar okur yeni ve saçma yazılarımı. Çok değil, ayda bir yazı yeter. Belki üç, belki dört, belki hiç kim bilir. Kimin yazabileceğini kim bilir. Kimin okuyabileceğini kim bilir. Susuyorum ve saygılarımı sunuyorum. Yokluğumda sitemi yalnız bırakmayanlara teşekkür ediyorum. Ne demiştik;
Gün gelir gider Mamalaksoyka!
Baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş ancak!
Uymadı ya la!