9 Ekim 2016 Pazar

Kalburüstü Özgürlük!

Bekir Hoca yanıma geldi. “Kalburüstü asistanlar toplanıyoruz. Beş kişiyiz. Sen de gel.” “Bir dakika dedim. Bu beş kişinin kalburüstü olduğunu kim belirledi?” Hoca kaşlarını çattı. Kızgınlıktan değil, sorduğum soruyu daha önce kendisi sormamış olduğundan. “Şimdi dedi, her türlü hiyerarşiye karşı çıkan biri olarak benim bu toplantıya gitmemem mi gerekiyor?” “Ben gitmeyeceğim” dedim. Otuz küsür asistan arasında kendilerini kalburüstü asistan olarak tanımlayan beş kişi beni de aralarına almak istiyordu. Ama ben kalburüstü olmak istemiyordum. Eminim bu fikri ortaya atan dışında diğerleri bunu düşünmemişti. Ben gitmedim. Bekir Hoca da gitmedi. Oturup sistemi yıkıp “ideal”i yerleştirme üzerine konuştuk.

Halbuki artık çok geçti. Postmodernizm gelmiş, yapısalcılık bile yıkılmış, postyapısalcılık peyda olmuştu. Düzeni yıkıp yeni bir düzen inşa etmek isteyenlerin devri kapanmış, toplumcu gerçekçilik rafa kaldırılmıştı. Anarşizm bile uzatmaları oynuyordu. Yıkıp yenisini inşa etmek yerine sadece yıkmak planlanıyordu. Yıkıp geçmek. Dünyanın iflah olmaz romantik kahramanlığından sadece iflah olmazlığı kalmıştı. En azından çağın insanı böyle düşünüyordu. Ben de sıkı sıkı Yahya Kemal’e, Ahmed Hamdi’ye ve Sezai Karakoç’a sarılıyordum. Onlar, geçmiş, şimdi ve gelecek arasında yıkmayı değil yapmayı öğütleyen kahramanlardı. Diğerleri şimdi’yi geçmişle yok edip yıkık bir gelecek tasavvur ediyordu. Adına özgürlük denen her şeyin esaretten mütevellit olduğunu biliyordum. Bekir Hoca’ya sorduğum soru şuydu: “Kralın hüküm sürdüğü Ortaçağ İngiltere’sinde yaşayan köylü mü daha özgürdür, demokratik İngiltere’deki şehirli mi?” Cevap, demokrasiden yanaydı. Halbuki kralın derdi saltanatı, ülkesinin sınırları ve zenginliğiydi. Köylünün ya da tebaanın ne giydiği, ne içtiği, neden hoşlanıp nelerden nefret ettiği kralı ilgilendirmezdi. İsteyen istediğini yapardı. Demokratik İngiltere’de ise kola içmek şart, hamburger yememek eksiklik, spor ve sanatla ilgilenmek temel ihtiyaçtı. Paris’e gittin mi sorusu, Paris’e gitmenin insani gelişim açısından elzem olduğunun telkiniydi. Zara giymek, Mango takılmak seni farklı kılardı. Lüks ürünlerin tüketilmesi başbakanı, cumhurbaşkanını ilgilendirirdi, çünkü lüks ne kadar satılırsa devlet o kadar vergi toplardı. At biniciliği sıradanlaştırır, golf oynamak elitleştirirdi. Bütün istekler, bütün ilgi alanları önceden belirlenmişti. Daha kötüsü, bunlar önceden belirlenmemiş gibi lanse edilir ve sen tercihlerinde özgür iradeni kullandığını zannederdin. Yani insanı hapse atardın ama ona hapiste olduğunu söylemezdin. Şöyle bir seçenek sunardın hapistekine: “10 tane koğuş var. İstediğini seç.” 10 koğuştan istediğini seçme hakkı özgürlük müydü? “Ya da ancak 10 koğuştan 9’unu seçebilirsin. Birine dokunamazsın” dendiğinde özgürlük kısıtlanmış mı olurdu? Çağın algısı hemen 10 koğuşa yönelirdi ve 7. koğuş seçildiğinde koğuştakiler sorardı: “Seni buraya kim gönderdi?” Cevap verilirdi: “Ben kendim seçtim.” Görünürde hiçbir problem yoktu. Ama “10 koğuştan istediğini seç” teklifi sunulduğunda ya şu cevap verilseydi: “Bir saniye. Koğuş seçmem gerektiğini kim söyledi? Belki ben koğuş seçmek istemiyorum.” İşte, Ortaçağ insanının vereceği, vermeyi düşüneceği cevap buydu. Bugünün insanı sunulan 10 koğuştan derhal birini seçer -çünkü seçimi hemen yapmazsa başkalarının güzel yerleri kapacağını bilir- ve koğuşa kendi isteğiyle yerleştiğini düşünürdü. Halbuki “koğuş seçmeme” hakkı elinden alınmıştı ve bunun farkında bile değildi. Mesele buraya nereden gelmişti? Kalburüstünden. Gidip kalburabastı yedik.