Bekir Hoca yanıma geldi. “Kalburüstü
asistanlar toplanıyoruz. Beş kişiyiz. Sen de gel.” “Bir dakika dedim. Bu beş
kişinin kalburüstü olduğunu kim belirledi?” Hoca kaşlarını çattı. Kızgınlıktan
değil, sorduğum soruyu daha önce kendisi sormamış olduğundan. “Şimdi dedi, her
türlü hiyerarşiye karşı çıkan biri olarak benim bu toplantıya gitmemem mi
gerekiyor?” “Ben gitmeyeceğim” dedim. Otuz küsür asistan arasında kendilerini
kalburüstü asistan olarak tanımlayan beş kişi beni de aralarına almak
istiyordu. Ama ben kalburüstü olmak istemiyordum. Eminim bu fikri ortaya atan
dışında diğerleri bunu düşünmemişti. Ben gitmedim. Bekir Hoca da gitmedi.
Oturup sistemi yıkıp “ideal”i yerleştirme üzerine konuştuk.
Halbuki artık çok geçti. Postmodernizm
gelmiş, yapısalcılık bile yıkılmış, postyapısalcılık peyda olmuştu. Düzeni
yıkıp yeni bir düzen inşa etmek isteyenlerin devri kapanmış, toplumcu
gerçekçilik rafa kaldırılmıştı. Anarşizm bile uzatmaları oynuyordu. Yıkıp
yenisini inşa etmek yerine sadece yıkmak planlanıyordu. Yıkıp geçmek. Dünyanın
iflah olmaz romantik kahramanlığından sadece iflah olmazlığı kalmıştı. En
azından çağın insanı böyle düşünüyordu. Ben de sıkı sıkı Yahya Kemal’e, Ahmed
Hamdi’ye ve Sezai Karakoç’a sarılıyordum. Onlar, geçmiş, şimdi ve gelecek
arasında yıkmayı değil yapmayı öğütleyen kahramanlardı. Diğerleri şimdi’yi
geçmişle yok edip yıkık bir gelecek tasavvur ediyordu. Adına özgürlük denen her
şeyin esaretten mütevellit olduğunu biliyordum. Bekir Hoca’ya sorduğum soru
şuydu: “Kralın hüküm sürdüğü Ortaçağ İngiltere’sinde yaşayan köylü mü daha
özgürdür, demokratik İngiltere’deki şehirli mi?” Cevap, demokrasiden yanaydı.
Halbuki kralın derdi saltanatı, ülkesinin sınırları ve zenginliğiydi. Köylünün
ya da tebaanın ne giydiği, ne içtiği, neden hoşlanıp nelerden nefret ettiği
kralı ilgilendirmezdi. İsteyen istediğini yapardı. Demokratik İngiltere’de ise
kola içmek şart, hamburger yememek eksiklik, spor ve sanatla ilgilenmek temel
ihtiyaçtı. Paris’e gittin mi sorusu, Paris’e gitmenin insani gelişim açısından
elzem olduğunun telkiniydi. Zara giymek, Mango takılmak seni farklı kılardı.
Lüks
ürünlerin tüketilmesi başbakanı, cumhurbaşkanını ilgilendirirdi, çünkü lüks ne
kadar satılırsa devlet o kadar vergi toplardı. At biniciliği sıradanlaştırır,
golf oynamak elitleştirirdi. Bütün istekler, bütün ilgi alanları önceden
belirlenmişti. Daha kötüsü, bunlar önceden belirlenmemiş gibi lanse edilir ve
sen tercihlerinde özgür iradeni kullandığını zannederdin. Yani insanı hapse
atardın ama ona hapiste olduğunu söylemezdin. Şöyle bir seçenek sunardın
hapistekine: “10 tane koğuş var. İstediğini seç.” 10 koğuştan istediğini seçme
hakkı özgürlük müydü? “Ya da ancak 10 koğuştan 9’unu seçebilirsin. Birine
dokunamazsın” dendiğinde özgürlük kısıtlanmış mı olurdu? Çağın algısı hemen 10
koğuşa yönelirdi ve 7. koğuş seçildiğinde koğuştakiler sorardı: “Seni buraya
kim gönderdi?” Cevap verilirdi: “Ben kendim seçtim.” Görünürde hiçbir problem
yoktu. Ama “10 koğuştan istediğini seç” teklifi sunulduğunda ya şu cevap verilseydi:
“Bir saniye. Koğuş seçmem gerektiğini kim söyledi? Belki ben koğuş seçmek
istemiyorum.” İşte, Ortaçağ insanının vereceği, vermeyi düşüneceği cevap buydu.
Bugünün insanı sunulan 10 koğuştan derhal birini seçer -çünkü seçimi hemen
yapmazsa başkalarının güzel yerleri kapacağını bilir- ve koğuşa kendi isteğiyle
yerleştiğini düşünürdü. Halbuki “koğuş seçmeme” hakkı elinden alınmıştı ve
bunun farkında bile değildi. Mesele buraya nereden gelmişti? Kalburüstünden.
Gidip kalburabastı yedik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder