Deniz oluyorum.
Gözlerinden gemilerin açıyor gözlerime
yelken. Meltem sesli bulutlar güvertende kalbime demirliyorsun. Rıhtımda
şarkılar ince ve sesli nağmeler yağmur damlıyor. Leyla seni seviyorum duyuyor
musun?
Dünyanın en devrik iklimi senin yanın.
Kaç gecedir hiç güneş görmedim rüyalara daldım. En şekilsiz coğrafyanda çay
demliyorum. Atın dört nala uzak ülkelere koşuşup duruyor. Atını dizginliyorum
söylenecek söz yok. Gemilerin yelkovan bedenlerin titrek lambalarına biçimsiz
süzülüyor. Leyli aç kapıyı ben geliyorum. Ellerimde türlü yosunlar çiçekler
saksı böğürtlenler var. Tutulup kırlangıç mevsimlerim dizlerine seriliyor.
Neşet Ertaş şarkıları sana yazılıyor. Güllerinde talih nergisleri görüyorum
yaban ayları evcil kediler. Uzanıp Beşiktaş’ın beş dakkalık seyrine sigara
sarıyorum. Leyla biliyorsun seni seviyorum.
Leyla’nın gemileri, uzak iklimlerin taze
baharlarına iç çekimlik şarkılar yazdırır da ahali bahtsız ve saygısız yürür
gider bir şehirden bir şehre. Yosun desenli milenyumluk sütunlar metrobüs
duraklarında gazete kağıtlarına sarılır ne polis kaygısı ne jandarma korkusu.
Leyla görülmüştür. Artık ne mantık girer devreye ne akıl ne bilinçaltı. Yalnız
titrek kalp ritmleri. Yalnız sevmek içgüdüsü.
Leyla’nın gözleri sokak başında oturan
kadınları gördü. Kadınlar el işi örüyordu ince danteller iğne oyası yaşmak
dokuyordu, bıraktılar. Kediler Leyla’nın kokusunu burunlarından ciğerlerine
değil, kalplerine doldurdular. İnsanlar tramvay yerine bulutlara doluşup yağmur
olup yağdılar. Leyla’nın gözleri tellerde oturan kumruları gördü:
Kumrular tellerde oynaştılar
Kumrularla teller de oynaştılar.
Leyla attı adımını şehrin kuzey
yamaçlarından Engiz’in ince buhurdanından. Yolların yol olmadığı, saatin vakti
göstermediği zamanlardı. Sonbahar yazdan kalma günleri, kıştan bozma seneleri
yaşıyordu. Ellerimiz üşümekle ısınmak arasında birbirlerine değiyordu. Aşk,
hangi mevsimde yaşanır hocam diye bir bilene soruyorduk. Leyla geldi. Dertler
bitti. Leyla gelmeden önce üşümüştük ölüp ölüp dirilmiştik güzel günlerimiz
yoktu. Daha kasımpatı çıkmamış, samyeli esmemişti yanılmıştık. Aşkın aşk
olmadığı yüzyıllardı. Leyla’nın eteklerinde onlarca ağaç büyürdü. Bir ağaç biter,
bin ağaç sulanırdı. Leyla’nın dillerinde ince nağmeler, hiç desenli şarkılar ve
içince içi acıtan sözler vardı. Şimdi Leyla vardı. Mevsim daimi bahardı. Güzel günler, taze baharlardı.
Leyla’nın pusulası, kuzeyi göstermeyen
şarkıların kliplerinden koparılmış çiçek resimleridir; onca şairin onca
memleket sevdalılarının dillerine doladığı aheste ritmler ve titrek dudak
hareketleridir. Leyla’nın leyla oluşu yalnız leylalara özgü saatlere denk
gelir. Kızıl kaldırımlarda leylak kokulu sıçrayışlar ve kuğu misali süzülüşler
ancak leyla’nın ayaklarında hissedilir. Leyla rakkastır ve rakkasın kulakları
ayaklarında değil midir?
Atakum’un saf altından üretilme yarı
baygın parmak izleri en taze menekşelerin taç yaprağından kotarılma hafif
tütsülü mor salkımlar, Leyl’in gözlerinde birer sanat eseridir. Ne de olsa
Leyla’dır ve öyle kalacaktır. Duymayanlar duyanlara anlatacaktır; televizyonlar
anons geçecek, gazeteler yazacaktır; Leyla, dünyanın en leyla kadını, yedisinde
neyse yetmişinde de o olacağını vaad eden, hakiki dilber, harbi güzellik…
Bir sabah bembeyaz ışıklarla olduğum
yerde belirecek, belinden ince kıvrımlarla kollarına ahenkli ritmler çizecek,
dün olduğu gibi bugün de anın heyecanını hiçbir kelime anlatamayacak, kulağıma
gaibden nihavend ezgiler yükleyecekti: “ben seni unutmak için sevmedim.”
Dünya o an duracak, sırf benim iyiliğim
için, yaşlanıp da bugünleri aramayayım, bugünlerin tadını doyasıya çıkarayım
diye duracak, yanağımdan bir makas alıp “hadi gene iyisin koçum benim” edalı
bir bakış fırlatacaktı. Ben de dayanamayıp “büyüksün dünya” yerine “ne güzelsin
leyla” diyerek heyecanımı belli edecektim… Çok geçmeden şarkılar da bizi
söyleyecekti: “Vaktinden çok sonra gelen sevdalı bir yağmur gibi…”
Sonra süzülüp peteklerimden, azıcık da
çekingen, vuracaktım pervası eksilmeyen kıyılarına. Ne var ne yok dökecektim
içimdeki fırtınayı. Omuzların diyecektim; omuzların kadar gel-git. Omuzların
kadar engebeli bir okyanusun dibindeyim. Seni çekiyorum içime kafayı bulmak
için. Sonra uçuyoruz birlikte gökyüzüne. Ve pusulanın kuzeyi göstermeyen
yamacında Tarkan şarkısı: “kız hepsi senin mi?”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder