12 Kasım 2016 Cumartesi

Leyla’nın Gemileri

Deniz oluyorum.
Gözlerinden gemilerin açıyor gözlerime yelken. Meltem sesli bulutlar güvertende kalbime demirliyorsun. Rıhtımda şarkılar ince ve sesli nağmeler yağmur damlıyor. Leyla seni seviyorum duyuyor musun?

Dünyanın en devrik iklimi senin yanın. Kaç gecedir hiç güneş görmedim rüyalara daldım. En şekilsiz coğrafyanda çay demliyorum. Atın dört nala uzak ülkelere koşuşup duruyor. Atını dizginliyorum söylenecek söz yok. Gemilerin yelkovan bedenlerin titrek lambalarına biçimsiz süzülüyor. Leyli aç kapıyı ben geliyorum. Ellerimde türlü yosunlar çiçekler saksı böğürtlenler var. Tutulup kırlangıç mevsimlerim dizlerine seriliyor. Neşet Ertaş şarkıları sana yazılıyor. Güllerinde talih nergisleri görüyorum yaban ayları evcil kediler. Uzanıp Beşiktaş’ın beş dakkalık seyrine sigara sarıyorum. Leyla biliyorsun seni seviyorum.

Leyla’nın gemileri, uzak iklimlerin taze baharlarına iç çekimlik şarkılar yazdırır da ahali bahtsız ve saygısız yürür gider bir şehirden bir şehre. Yosun desenli milenyumluk sütunlar metrobüs duraklarında gazete kağıtlarına sarılır ne polis kaygısı ne jandarma korkusu. Leyla görülmüştür. Artık ne mantık girer devreye ne akıl ne bilinçaltı. Yalnız titrek kalp ritmleri. Yalnız sevmek içgüdüsü.

Leyla’nın gözleri sokak başında oturan kadınları gördü. Kadınlar el işi örüyordu ince danteller iğne oyası yaşmak dokuyordu, bıraktılar. Kediler Leyla’nın kokusunu burunlarından ciğerlerine değil, kalplerine doldurdular. İnsanlar tramvay yerine bulutlara doluşup yağmur olup yağdılar. Leyla’nın gözleri tellerde oturan kumruları gördü:

Kumrular tellerde oynaştılar
Kumrularla teller de oynaştılar.

Leyla attı adımını şehrin kuzey yamaçlarından Engiz’in ince buhurdanından. Yolların yol olmadığı, saatin vakti göstermediği zamanlardı. Sonbahar yazdan kalma günleri, kıştan bozma seneleri yaşıyordu. Ellerimiz üşümekle ısınmak arasında birbirlerine değiyordu. Aşk, hangi mevsimde yaşanır hocam diye bir bilene soruyorduk. Leyla geldi. Dertler bitti. Leyla gelmeden önce üşümüştük ölüp ölüp dirilmiştik güzel günlerimiz yoktu. Daha kasımpatı çıkmamış, samyeli esmemişti yanılmıştık. Aşkın aşk olmadığı yüzyıllardı. Leyla’nın eteklerinde onlarca ağaç büyürdü. Bir ağaç biter, bin ağaç sulanırdı. Leyla’nın dillerinde ince nağmeler, hiç desenli şarkılar ve içince içi acıtan sözler vardı. Şimdi Leyla vardı. Mevsim daimi bahardı.  Güzel günler, taze baharlardı.

Leyla’nın pusulası, kuzeyi göstermeyen şarkıların kliplerinden koparılmış çiçek resimleridir; onca şairin onca memleket sevdalılarının dillerine doladığı aheste ritmler ve titrek dudak hareketleridir. Leyla’nın leyla oluşu yalnız leylalara özgü saatlere denk gelir. Kızıl kaldırımlarda leylak kokulu sıçrayışlar ve kuğu misali süzülüşler ancak leyla’nın ayaklarında hissedilir. Leyla rakkastır ve rakkasın kulakları ayaklarında değil midir?

Atakum’un saf altından üretilme yarı baygın parmak izleri en taze menekşelerin taç yaprağından kotarılma hafif tütsülü mor salkımlar, Leyl’in gözlerinde birer sanat eseridir. Ne de olsa Leyla’dır ve öyle kalacaktır. Duymayanlar duyanlara anlatacaktır; televizyonlar anons geçecek, gazeteler yazacaktır; Leyla, dünyanın en leyla kadını, yedisinde neyse yetmişinde de o olacağını vaad eden, hakiki dilber, harbi güzellik…
Bir sabah bembeyaz ışıklarla olduğum yerde belirecek, belinden ince kıvrımlarla kollarına ahenkli ritmler çizecek, dün olduğu gibi bugün de anın heyecanını hiçbir kelime anlatamayacak, kulağıma gaibden nihavend ezgiler yükleyecekti: “ben seni unutmak için sevmedim.”

Dünya o an duracak, sırf benim iyiliğim için, yaşlanıp da bugünleri aramayayım, bugünlerin tadını doyasıya çıkarayım diye duracak, yanağımdan bir makas alıp “hadi gene iyisin koçum benim” edalı bir bakış fırlatacaktı. Ben de dayanamayıp “büyüksün dünya” yerine “ne güzelsin leyla” diyerek heyecanımı belli edecektim… Çok geçmeden şarkılar da bizi söyleyecekti: “Vaktinden çok sonra gelen sevdalı bir yağmur gibi…”


Sonra süzülüp peteklerimden, azıcık da çekingen, vuracaktım pervası eksilmeyen kıyılarına. Ne var ne yok dökecektim içimdeki fırtınayı. Omuzların diyecektim; omuzların kadar gel-git. Omuzların kadar engebeli bir okyanusun dibindeyim. Seni çekiyorum içime kafayı bulmak için. Sonra uçuyoruz birlikte gökyüzüne. Ve pusulanın kuzeyi göstermeyen yamacında Tarkan şarkısı: “kız hepsi senin mi?”.