28 Şubat 2019 Perşembe

Ben Saatimi Kırdığım Zaman


Ben saatimi kırdığım zaman ne sesim kalır ne öfkem. Uzanırım yarı titrek dağların deniz manzaralı dizlerine, saçlarımda mahur beste şiirinden bir çelenk.

Ne diyordu Ekmek Teknesi’nde Mazhar Alanson: “Ne gemiler yaktık”. Sözleri yaya yaya, ağır ağır, r’ler, k’ler vurgulu. Göz kırpılmaz, nefes alıp verilmez, ufka bakılır. Son dördüne girerken gökyüzünün atlıları, yuları kaçmış taze leopar, bir bir sıçrar dogmatik şarkılardan. Hayatta en zor olan bir insanı tanımak der teoman. Ben saatimi kırdığım zaman.

Ne sesim kalır ne öfkem. Köşe başlarında ağaçlar devrilir. Salyangozlar titrek ay ışığıdır gözlerinin. Lacivertten kadife sesli mahur bir kadın mağrur bir şarkıyı bir çırpıda serer sabahın üçüne: Ben seni unutmak için sevmedim. Aslında ben seni hiç sevmedim.

Ben zamanımı kırdığım saatler, büyüyüp gelmişim böyle bir otuz yaşıma. Yer miyim lan velet deyivermişim quentin denen hergeleye. O vakitler quentin çocuk, quentin daha saçları ıslak bir yalnızlık resmi. Döner durur Yeşilırmak’ın kızıla çalan pencere kenarlarında. Bense elimde kelebekler, voltasındayım sevdamın. Dilimi henüz alıştırıyorum ‘seni seviyorum’ demenin sahiciliğine. Kaşlarımı ilk kez çatıyorum. İlk kez şimşek çakıyor, ilk kez bir filmde başrol oynuyorum. Filmin adını “sen geçerken sahilden” koyuyorum. Ben peşinden gelemeyen “liman”ı oynuyorum.

İnsanın kendini en güçlü hissettiği an gemileri yaktığı andır. Deniz fenerlerini takip ederek çıktığım karalarda suyun yakamoza çalan sarısına adını yazıp gözlerimi yummuşum. Hayalin böylece girivermiş hülyalarıma. Sonra açmışım gözlerimi. Film “son” yazmış. Mutlu mu? Mutsuz mu? Bilen yok.

Ben saatimi kırdığım zaman; üstelik kötü kadınların gittiği bir köprü altında, yanımda kelebeklerle, börtü böcekle, çiçeklerle; öyle herkesin giremediği bir üniversite kampüsünde, adının ilk harfini görüyorum fakülte olduğu söylenen bir binanın çatı katında. Ben saatimi çıkarıp kırıyorum, sırf kurtarsın diye beni zamandan. Adınla baş başa kalmanın süresini uzatıyorum. Ne sesim kalıyor ne öfkem. Adım yazılır diye belki adının yanına,
farzet, fakültenle bitişik binaya yüksek okul olarak inşa ediliyorum. Madem ki mamalaksoykayım, bunu da yazıyorum.

16 Şubat 2019 Cumartesi

Verdik Gönlümüzü Gönül Nedir Bilene


“Ama mamalak”, dedi, “sen, yani nasıl böyle bir…”
Gönül vermek meselesi üzerine ilk konferansımı vermek üzere gülistandan bülbülistana çağrıldım. Ey ve de hey güllere nağme dizen bülbüller dedim. Sizin ve de diğer bütün bülbüllerin unuttuğu bir şey var. Nedir acep diye soracak olursanız söyleyeyim: Siz, sizi süründüren o güllere nağmeler dizerken hiç bir gülün –tonlamam yanlış anlaşılmasın- hiçbir gülün değil, -hiç vurgulu- hiç, bir gülün halinizden anlayamama ihtimalini düşündünüz mü? Hiç, bir güle –hiç ve bir’deki tonlama aynı- gönül nedir diye sordunuz mu? Sorup da cevabı duydunuz mu? Teybe hoş bir kaset koydunuz mu?
Bülbüllerde tık yok.

Yani ki, gönül vermek değil, gönlü gönül nedir bilene vermek bütün maharet. Ey benim sarmaşıklarım, kedilerim, böğürtlenlerim. Gelir de bir bülbül konarsa yamacınıza, lütfen onu gönülden besleyin. Gönlü anlatın ona. Gönül nedir bilene değer verin.

Yani ki bülbüller! Sizler o güllere ince nağmeler ve kalın iniltiler dinletirken onlar sizi anlamak şöyle dursun, etrafınızda pervane olmanızın neticesinde, “ulan ne güzel bir gülleriz biz” türküsünü yalnızca kendilerinin duyacağı şekilde mırıldanırlar. Sizin nağmeniz onların hoşuna gider, evet ve fekat, onların asıl sevdiği siz ya da nağmeniz değil, nağmenin kendilerine yapılmasıdır.

Ben, ellerimi ceplerime sokup yürüdüm. Babili, Sümeri, yedi düveli geçtim. Geldim ayaklarına serildim. Başımı öne eğdim, Ceketimin iç cebine soktum elimi. Kalbimi çıkarıp size sundum. “İşte kalbim, dedim, lütfen kabul ediniz.” Gönlümü gören, gönül nedir bilendir. Bildiniz. Alıp kalbinize koydunuz. Sevdiniz. Sevmenin bin türlüsünü bana öğrettiniz. Sevmenin en güzel şeklini sevdirdiniz. Teşekkür ederim. Ben ve artık size ait olan gönlüm, sizi sevmekten ve gönül nedir bilene gönül vermekten onur duyar.

“Ama sen mamalak, dedi, hani sen kimseyi sevemezdin?”

Sevdim, dertlerin türlüsünden el-hamra. Dünyanın kirinden, pisinden el çektim. Dağlara, taşlara vurunca kalbimi, kalbin kalp değil, gönül olduğunu bildim. Ve en sonunda, Gönül nedir bilene gönül verdim…

15 Şubat 2019 Cuma

Seviyorum Bu!


Seviyorum bu, şimdi zamanı durdurur.
Gece yarısı kırlangıç dudaklarına buğday sarısı papatyalar dizer. Mevsim çıkmazlarım birer yudumlar sesini. Beyazımtırak geceler erir ruhumuzda. Bu böyle destandır yazılır gider.

Seviyorum bu, baharı da getirir. En güzelinden papatyalar, nergisler. Duraksız duraklara hesapsız otobüsler girer. Gözlerinde nihavent fasıllar belirir. Seviyorum ya, işte bu, yaşıyorum demenin öteki halidir.

Hanidir yanımızda kokan böğürtlenler başka türlü gülümser. Ihlamurlar başka türlü serinletir. Ellerinin değdiği yerde kasımpatı. Kasımpatının bittiği yerde ellerin. Bana maziden şiir getirir gözlerin.

Tut ki yazılmamış bir romanın başkahramanısın. Sağın, solun, sesin, soluğun her şeyin belirsiz. Betimlemeye başlıyor seni yazar. Ayaklarından yukarı doğru bütün bir atlası dile getiriyor. Usulca süzülüyor Latin Amerika, Afrika ve Asya. Ayakların Amerika oluyor; bütün bir coğrafyayı çiğniyorsun. Dizlerin Afrika, yanakların Asya. Bir Avrupa olmuyorsun. “Neden” diye soruyor yan kahramanlardan biri. “Avrupa’da diyorsun, aşka düşülür. Aşk düşülesi bir şeydir orada…” Sen aşka çıkıyorsun.

Yani, seviyorum bu, şimdi görklü gökyüzünü dize getirir. Alyuvarlarımdan aşağı yeşerir padişah zambaklarım. Yokluğun tükenişim demektir.

Şimdi sen bal olsan, bal bal olmaya utanır. Seni sevdiğimi anlatsam, uygun kelimeleri de geçtim, uygun bir lisanda karar kılamam. Bazı kelimeler var, seni sevdiğimi belli belirsiz hissettirir. Ama ne kadar anlatsam, sevgimin ne şekli ne şemali belirir.

Kısaca sayın bayan, seviyorum bu, gözlerimin konuşması için yeterlidir. Bir bakışınız, bir saniyelik dalgınlığınız içimdekileri ele verir. Seviyorum bu, sizi sevdiğimin Türkçesidir. Size bir saniye bakmak “seni seviyorum” demenin öteki şeklidir.