“Sen daima o içli adamsın” dedi madam eleni, “hiç öyle yüzüne gülücük kondurdun diye neşeli göründüğünü sanma”. Trenler… rayları… yırtarak… geçti.
Paydos zili çaldığında eteklerini yokladı, sesin sihrine
kapılıp eteklerinin de zili çalar mı diye… Çalmadı.
Sevdiği adamı getirdi gözlerinin önüne. Yakışıklı, boylu
poslu, fabrika çıkışında onu karşılayacak kadar centilmen. Etrafına bakındı.
Sevdiği adamın centilmen olmadığını anladı.
Parlement’in buğusuna telefon numarasını yazdı. Olur da biri
arar, telefonu açarken “bir tanıdık arıyor galiba” diye heyecanlanabilmek için.
Yalnızlık fenaydı.
“Sende kendimi görüyorum” diyordu vaktiyle genç olan yaşlı
bir zat. Bu yüzden başarısız olmak zorundaydı. Çünkü yaşlı adam da başarısızdı
ve onunla tek iletişim yöntemi buydu. “Sende kendimi görüyorum genç adam. Ben de
senin gibi senaryo yazıp para kazanmak için yapımcılarla görüşürdüm.”
Filminin çekilmekte olduğunu söylemedi. Onunla ilişkisini
kesmek istemiyordu.
Ağzında kahkahalarla dün ilan-ı aşk eden erkeği anlatıyordu
fabrikadan çıkan işçilerden biri. Şöyle dedi, böyle dedi… Sırf o anki
mutluluğunu tekrar yaşamak için kullanıyordu kelimeleri. Bu, onun çürüyüş
biçimiydi.
“Muhakkak bir delilik yapmalı” diye bağırıyordu bir başka
ses. Erkekti. Bıyıkları üst dudağının üzerindeydi. “İnsiyaki hareket etmeli”
diyordu “ama nasıl?” Diğerleri cevap vermedi.
Parlementin son cefasını da çektikten sonra sefa sürmek
üzere adımını yola uzattı. Tam bu sırada karşıdan gelen yakışıklı bir adamla
bakıştı. Yüreği ve ciğeri pare pare oldu. “af edersiniz” diye söze başlayacak, “siz
de bana ilk görüşte bir şey hissettiniz mi? Bir şey, ne olduğunu anlayamadığım
bir şey.”
“Evet bayan hissettim, domatesin kabuğunun menemen yerken
ağıza gelmesi gibi bir şey değil mi?” diye karşılık alırsa mahvolacaktı.
Adımını attı, bekledi. O beklerken belki yakışıklı adam gelip bir şey söylerdi. Gelmedi.
Fabrika işçilerinden birisi olanca sesiyle haykırdı:
“Seni seviyorum Süheyla. Bu fabrikadan bir devri kapatarak
çıkıyorum. Cesaret! Aşka kara yazı yazılmaz Süheyla. Adının ilk harfinin
kıvrımlarına nakşettim aşkımı. Bütün klasik eserleri okudum. Modernizmi aştım. Postmodernizmde
yapısökümle geldim sana. Süheyla. Boş verelim fabrikaya. Bir defter bir kalem
alalım, şiir yazalım. Adımıza özel, akrostiş. E mi Süheyla. He mi Süheyla?”
Süheyla’nın cevabını duymak için bekledi. Süheyla “he”
demedi. “Biraz düşüneyim” dedi. “Birkaç gün müsaade et” dedi. Süheyla’dan şair
olamayacağını anladı. Hayatlarından birkaç gün eksildi. Eksik birkaç gün
yaşadılar ya da birkaç gün eksik yaşadılar aşklarını. Sonradan duydu,
evlenmişler. Nikahta keramet varmış. Mutluymuşlar.
“Hayal aleminde yaşıyorsun, uyan deli kızım uyan” dedi
annesi.
“Yok anne” diye karşılık verdi. “Dalmışım da. Gözüme bir şey
kaçmış. Şey… Ne olduğunu anlayamadığım bir şey.”