25 Eylül 2020 Cuma

Fabrikanın da Yolları Var

“Sen daima o içli adamsın” dedi madam eleni, “hiç öyle yüzüne gülücük kondurdun diye neşeli göründüğünü sanma”. Trenler… rayları… yırtarak… geçti.

Paydos zili çaldığında eteklerini yokladı, sesin sihrine kapılıp eteklerinin de zili çalar mı diye… Çalmadı.

Sevdiği adamı getirdi gözlerinin önüne. Yakışıklı, boylu poslu, fabrika çıkışında onu karşılayacak kadar centilmen. Etrafına bakındı. Sevdiği adamın centilmen olmadığını anladı.

Parlement’in buğusuna telefon numarasını yazdı. Olur da biri arar, telefonu açarken “bir tanıdık arıyor galiba” diye heyecanlanabilmek için. Yalnızlık fenaydı.

“Sende kendimi görüyorum” diyordu vaktiyle genç olan yaşlı bir zat. Bu yüzden başarısız olmak zorundaydı. Çünkü yaşlı adam da başarısızdı ve onunla tek iletişim yöntemi buydu. “Sende kendimi görüyorum genç adam. Ben de senin gibi senaryo yazıp para kazanmak için yapımcılarla görüşürdüm.”

Filminin çekilmekte olduğunu söylemedi. Onunla ilişkisini kesmek istemiyordu.

Ağzında kahkahalarla dün ilan-ı aşk eden erkeği anlatıyordu fabrikadan çıkan işçilerden biri. Şöyle dedi, böyle dedi… Sırf o anki mutluluğunu tekrar yaşamak için kullanıyordu kelimeleri. Bu, onun çürüyüş biçimiydi.

“Muhakkak bir delilik yapmalı” diye bağırıyordu bir başka ses. Erkekti. Bıyıkları üst dudağının üzerindeydi. “İnsiyaki hareket etmeli” diyordu “ama nasıl?” Diğerleri cevap vermedi.

Parlementin son cefasını da çektikten sonra sefa sürmek üzere adımını yola uzattı. Tam bu sırada karşıdan gelen yakışıklı bir adamla bakıştı. Yüreği ve ciğeri pare pare oldu. “af edersiniz” diye söze başlayacak, “siz de bana ilk görüşte bir şey hissettiniz mi? Bir şey, ne olduğunu anlayamadığım bir şey.”

“Evet bayan hissettim, domatesin kabuğunun menemen yerken ağıza gelmesi gibi bir şey değil mi?” diye karşılık alırsa mahvolacaktı. Adımını attı, bekledi. O beklerken belki yakışıklı adam gelip bir şey söylerdi. Gelmedi.

Fabrika işçilerinden birisi olanca sesiyle haykırdı:

“Seni seviyorum Süheyla. Bu fabrikadan bir devri kapatarak çıkıyorum. Cesaret! Aşka kara yazı yazılmaz Süheyla. Adının ilk harfinin kıvrımlarına nakşettim aşkımı. Bütün klasik eserleri okudum. Modernizmi aştım. Postmodernizmde yapısökümle geldim sana. Süheyla. Boş verelim fabrikaya. Bir defter bir kalem alalım, şiir yazalım. Adımıza özel, akrostiş. E mi Süheyla. He mi Süheyla?”

Süheyla’nın cevabını duymak için bekledi. Süheyla “he” demedi. “Biraz düşüneyim” dedi. “Birkaç gün müsaade et” dedi. Süheyla’dan şair olamayacağını anladı. Hayatlarından birkaç gün eksildi. Eksik birkaç gün yaşadılar ya da birkaç gün eksik yaşadılar aşklarını. Sonradan duydu, evlenmişler. Nikahta keramet varmış. Mutluymuşlar.

“Hayal aleminde yaşıyorsun, uyan deli kızım uyan” dedi annesi.

“Yok anne” diye karşılık verdi. “Dalmışım da. Gözüme bir şey kaçmış. Şey… Ne olduğunu anlayamadığım bir şey.”

 

Trinaynaynam!

Sokaklarda yalnız yürünmüyor abi! Köşe başları yalnız dönülmüyor. Hep onu saklıyorum içimde. Onunla geziyorum gezegeni. Pozitif enerji diye evrene onu gönderiyorum. Martılar bu duruma anlam veremiyorlar.

 

Ben aslında delikanlı adamım abi. Nükleer denemeler fiyakamı bozuyor. Evlerden içeri radyasyon sızıyor. Bu işe çok kafa takıyorum. Biraz içimi boşaltmam gerek.

 

Beni biraz dinler misin abi? Parası neyse vereceğim. Biliyorum kızıyorsun bana. Ondan bahsederken konu nasıl nükleere geldi diyorsun. Napayım abi, mevzu o olunca kafam karışıyor. Hemen yanımda sanıyorum onu. Radyasyon dediğim kafamın uçması.

 

Sen bilmiyorsun abi. Kulakların duymamış böyle şeyler. Yüz yüze gelince anlatırım her şeyi. Boş gemiler yapıp yollarım kara sularına. Denizde bile o geliyor aklıma. Erken ıslatıyor bizi akdeniz. Ve uçurumun kıyısında parlement kuyruğu.

 

Ulan insan kaç defa özler? Abi, demeyi unuttum bu sefer. İdare et be abi. Kafam karıştı gene. Aklıma geldi benimkisi. Gidip bakayım en iyisi.