6 Ocak 2016 Çarşamba

Helen'e Serenad: Senin Bir Alnın Var Yamaçlarda Kırmızı

Senin bir alnın var yamaçlarda kırmızı
Gözlerin sonra allı pullu çekirge.
Çıkarıp gül ve solo ve en çok da şarap, bal damlar gibi fıçılardan sürüp kokladığın, anılar gibi kokun ve demli gümüş suyun, yansımayla örtülen kirli kıyafet bulmacaların var. İşte bu senin en sevdiğin oyun bu en beğendiğin şiir ve bu da adın. Baş harfinden yakamoz fışkıran yalın sessizlik, ince dolunay ve yıllanmış anılar gibi alnın. Sahi, senin bir alnın var bir adın ve bir de Helen. İç çekimlik şarkılara besteler çizen ellerin, gündüzlere güz giydiren bulutların var senin. Şimdi durup bekliyor gibi bir yalnızlık dudaklarında gri, bir otobüs durağında belirsiz kalabalık oltaya takılır gibi, güz gibi gün gibi. İşte senin bu alnın var ya bu alnın, kapıdan geçince gülümsüyor yeni doğurmuş bir kadın gibi…

Senin bir alnın var yamaçlarda kırmızı
Ellerin sonra mis gibi çingene.
Akşam güneşlerinde eriyen bakırsı tunçtan yontulup tasarlanan bu limanların, şarkı söylüyor hiç gibi bitişen kalorifer peteklerinde. Belki bakımsız boya yüklü bir örtü, belki bakımlı ve eksik arada kalan, resmedilir yosun tutuşan kırmızı kaldırım gezmelerinde. İşte bu senin kışlaların ve bu senin bahar sonun. Kimse ermeden bu şekle tesadüf, dökersin yapraklarını ve büyütürsün koynunda gazel. Hani, bir yosma kadar ıslak ve cihangir kadar yokuş.
Bilirim, böyle de geçer eski zaman İstanbul’da
Böyle de üç eski şarap tadılır ve
Rakılır güvercin gibi bir yalnızlık
Ah derim, sen miydin gelen bakır, sen miydin boynuna süren taze fesleğen kokuları. Beni bir garip heykel gölgesinde bırakır, gider ellerinde incecik salyangoz. Erir bu gizemli denizlerde karayel. Şakakların hem, şakakların beyaz atlı prenses, yamaçlarından aşağı taze sarmaşık gündüzlerin. Er ya da geç sıralanır gözlerinde nihavend bir fasıl. Ve sen alır çocuğunu kurulanır, örtünür, beslenirsin…

Senin bir alnın var yamaçlarda kırmızı
Omuzların var hem yemyeşil berceste
Ben titrek insanlarımı gönderir dururum sabaha. Sen yeni doğmuş gibi tertemiz çıkarsın rönesanstan. Kimse açmadan baharda tenini, henüz içilmeyen bulaşıcı dudaklarında, kor gibi yangını def edip kalem tutan ellerin, yok edilir sevdası körelmiş kılıç bacalarda. Hani erken gelecek ziyansı tebessüm, yan bakışınla eski şiirleri andıran, taş üstünde baş koymayan, cam yerine kadından, beton yerine çocuktan, sıra sıra dizilmiş kuşların emzirdiği… Yuvam mı desem Şatom mu Evim mi… Bilemedim ki… Yok şimdi nesih satırlarda güllü agop, Kadıköy sahilinde Bihruz Efendi. Yokuş basamaklı türkülerde dinlenen, o öyle derin yüklü ve taze. Hani biçimsiz kleopatra yanaklarında inci fistan, kim söyler, kim tanımlar bu ateş yanılgısı rüzgarı ve bizi.
Bu gece beni şehr içre bir kulübeye sok
Yanıma deniz gelsin ve mehtap ve tuz
Ve kimseye söylemeden -kardeşine dahi- sık çalıların arasından ve Kabataş’ın arka sokaklarından, kıvrak ama kıvırmadan, bir göz içimli mesafe ve tanımaksızın, sen gel… Yeni bir çocuğu emzirir gibi…

Senin bir alnın var yamaçlarda kırmızı
Dizlerin sonra en basit hali Helen
Biz şarkıları şaraplara tercih bırakan, Babilden seni görmek için gelenleriz. Aç kapını bana ve yanımdakilere. Türlü yemeklerinden birer lokma, türlü şaraplarından birer yudum ve en çok da seni görmek isteriz.
Biz babilden seni görmeye gelenleriz
Acımız uzun yolun yorgunluğu değil. Acımız sana doymamak hali. Ve kırgınlığımız da hep bu yüzden.
Biz kırgınlarıyız bu hayatın
Tadılmayan sarnıç fazlası gündüzlerden, duman yüklü hercai mevsimlerden geriye, bulut bulut şimşek şimşek dönenler. Onlardır düşmanlarımız ve sanadır bağlılığımız. Yarı solgun yüzlerimizde korkudan değil, ürpertiden tutsak bir bilmece gizli. Beliren sabaha karşı yakomoz denizsi ve çıplak bir liman kentinde, ADINI BÜYÜK KOROLARLA SÖYLEDİĞİMİZ, haddimiz olmadan bunu tekrar ettiğimiz… Doğru… Pişman değiliz… Mutluyuz… Seni gördük ve görünce, yola çıkmanın ve varmanın hazzına…
Hayır, hiçbiri bu güne bir mısra çalamaz
Hiçbiri bu demin kokusunu barındıramaz. Biz sana ey helen… Sana ve senin çocuğuna. Ve dilediğinde tekrar gelmek için geri dönmeye, tek seferde yola çıkıp gelenleriz. Biz sana ey Helen, sana ve okula gönderdiğin çocuğuna…

Senin bir alnın var yamaçlarda kırmızı
Ortaçağdan kalma buz gibi hazine
Aydınca yürümenin ve gülmenin tadına, yeni serpilmiş taze menekşenin kokusunu çekip içine bir ohh fırlatmak gibi manzaraya, nasıl varılır nerede durulur, biliyorsun.
Senin bu alnında kan var biliyorum
Düşüp duruyorum yamaçlarından üstüm başım kırmızı. Nehirler boyu bir şarkı dudaklarından aşağı, köz gibi iner durur Samsun’un buhurdanından ıslak. Bir ayaklanmada adın zikredilir diye hazırlanır idam. Darağacından ve kınalı dumanlardan yanık bir ıslık, üzerine sermek için hazır tutulur tuvaletlerin. Kimse görmeden değil, yalnız çocuklara mahsus bu gizlilik. Tabiatın çatık burunlu eski şairleri gibi, dizilir silahların gölgesinde bir kadın. Kaç el sıkılır bilemem. Bu gizlilikten nasiplenen… Senin bir çocuğun var karanlıkta okul önünde beklediğin… Biz de çocuklarıydık senin sesinin.
Göstermediler…
Görmedik kaç kurşunla ölebilir bir kadın. Ve kaç seferde yırtılır gökyüzü şiddetinden bir çığlığın. Senin bir yarının var dumansı kızıllık.
Senin hiç geçmişin yok mu ki böyle
Böyle sokak serserileri doluşmuş etrafında bilinmez. Ah, o gemilerin ardından çıkan beyaz köpük. Ah, bilmez ki alır götürür ruhunu senin de. Sen şarkılar kadar gri yalın ve sessiz, sürüklenip gidersin şehrimizden bir çocuğun elinden tutar gibi…
Ama biz seni görmeye geldik ey Helen
Ve seni görmeden gitmeyeceğiz…

4 Ocak 2016 Pazartesi

Bir Garip Hicaz Ve Olduğu Gibi Bırakmak

Korkuyorum gözlerine bakmaktan, bir mavi bitiveriyor, boğuluyorum. Sırtın ağrımasın bu yastık iyi gelir. Süzme gözlerinle göğü bu kadar; çağırırım şimdi ak sakallı bir bulut gelir.

Gökdelenlerin gölgesinde kalmışsa ne âlâ. Bir uçak tutuklamış da olabilir. Ne anlamı var yarımadamda gece yarısı mehtaba çıkmanın? Mehtap, anlatıldığı kadar güzel olan nadir şey. Vardır güzelliği anlatıldığı kadar sahici başka şeyler de. Ama ben bu mehtabı seviyorum Fernando. Bu mehtapla büyüyorum yarım yamalak. Sırf kafiye olsun diye yazıyorum: benim bir yanım var adım mamalak.

Şimdi sen yoksun diyelim. Ben alır uzun parlamentimi, bir sigara yakarım varlığına… Tek gözü kapalı bir hoşçakal fırlatıp manzaraya, yüzerim yüzmesini bilenler gibi karda. Yazın denizde yüzdüğü gibi karda yüzenler bilirler beni. Kar yağdığı zaman dolunayı gizleyen bulutlara kızmam. Kızamam. Alır içimi çocukluktan kalma bir heyecan, dalarım dalgasına erkekçe. Ve ben erkekçe daldığım zaman, daldığım yerden asla çıkmam.

Sen kal, geriye senden bir şeyler kalsın. Senden başka ne varsa yansın. Gideceğim der gibiyse gözlerin; buna dünya nasıl dayansın? Sen kal, kalanlara acıma-yansın.

Biz şimdi amisos’tan denize doğru yürümekteyiz. Deniz her türden eşarbını çekmiş sinesine yudum yudum içmekte sevdamızı. Yok öyle yarım ağız gülümsemek Fernando. Adın bir yazıda anıldı mı, efkarın en ince tellisini patlatacaksın. Çevir yangın gibi geniş çağlarda uzayıp giden ellerini. Çevir ve çal bu gece raks etmeye meyyal dizlerimden yükselen o aşüfte sesleri. Beni güz içre bir karanlığa sok. Alsın götürsün nağmelerinde çırpınan yosunsu gizemlerimi.

Yazasım kaçtı Fernando. Becerememiştim zaten. Ben beceremediğim zaman Fernando ya da kaçtığı zaman yazasım, gider bir sigara içerim ve yazıyı olduğu gibi bırakırım. En güzeli de bu değil mi Fernando. Olduğu gibi bırakmak…