Senin bir alnın var yamaçlarda
kırmızı
Gözlerin sonra allı pullu çekirge.
Çıkarıp gül ve solo ve en çok da şarap,
bal damlar gibi fıçılardan sürüp kokladığın, anılar gibi kokun ve demli gümüş
suyun, yansımayla örtülen kirli kıyafet bulmacaların var. İşte bu senin en
sevdiğin oyun bu en beğendiğin şiir ve bu da adın. Baş harfinden yakamoz
fışkıran yalın sessizlik, ince dolunay ve yıllanmış anılar gibi alnın. Sahi,
senin bir alnın var bir adın ve bir de Helen. İç çekimlik şarkılara besteler
çizen ellerin, gündüzlere güz giydiren bulutların var senin. Şimdi durup
bekliyor gibi bir yalnızlık dudaklarında gri, bir otobüs durağında belirsiz
kalabalık oltaya takılır gibi, güz gibi gün gibi. İşte senin bu alnın var ya bu
alnın, kapıdan geçince gülümsüyor yeni doğurmuş bir kadın gibi…
Senin bir alnın var yamaçlarda
kırmızı
Ellerin sonra mis gibi çingene.
Akşam güneşlerinde eriyen bakırsı
tunçtan yontulup tasarlanan bu limanların, şarkı söylüyor hiç gibi bitişen
kalorifer peteklerinde. Belki bakımsız boya yüklü bir örtü, belki bakımlı ve
eksik arada kalan, resmedilir yosun tutuşan kırmızı kaldırım gezmelerinde. İşte
bu senin kışlaların ve bu senin bahar sonun. Kimse ermeden bu şekle tesadüf, dökersin
yapraklarını ve büyütürsün koynunda gazel. Hani, bir yosma kadar ıslak ve
cihangir kadar yokuş.
Bilirim, böyle de geçer eski zaman
İstanbul’da
Böyle de üç eski şarap tadılır ve
Rakılır güvercin gibi bir yalnızlık
Ah derim, sen miydin gelen bakır, sen
miydin boynuna süren taze fesleğen kokuları. Beni bir garip heykel gölgesinde
bırakır, gider ellerinde incecik salyangoz. Erir bu gizemli denizlerde karayel.
Şakakların hem, şakakların beyaz atlı prenses, yamaçlarından aşağı taze
sarmaşık gündüzlerin. Er ya da geç sıralanır gözlerinde nihavend bir fasıl. Ve
sen alır çocuğunu kurulanır, örtünür, beslenirsin…
Senin bir alnın var yamaçlarda
kırmızı
Omuzların var hem yemyeşil berceste
Ben titrek insanlarımı gönderir dururum
sabaha. Sen yeni doğmuş gibi tertemiz çıkarsın rönesanstan. Kimse açmadan
baharda tenini, henüz içilmeyen bulaşıcı dudaklarında, kor gibi yangını def
edip kalem tutan ellerin, yok edilir sevdası körelmiş kılıç bacalarda. Hani
erken gelecek ziyansı tebessüm, yan bakışınla eski şiirleri andıran, taş
üstünde baş koymayan, cam yerine kadından, beton yerine çocuktan, sıra sıra
dizilmiş kuşların emzirdiği… Yuvam mı desem Şatom mu Evim mi… Bilemedim ki… Yok
şimdi nesih satırlarda güllü agop, Kadıköy sahilinde Bihruz Efendi. Yokuş
basamaklı türkülerde dinlenen, o öyle derin yüklü ve taze. Hani biçimsiz
kleopatra yanaklarında inci fistan, kim söyler, kim tanımlar bu ateş yanılgısı
rüzgarı ve bizi.
Bu gece beni şehr içre bir kulübeye
sok
Yanıma deniz gelsin ve mehtap ve
tuz
Ve kimseye söylemeden -kardeşine dahi- sık
çalıların arasından ve Kabataş’ın arka sokaklarından, kıvrak ama kıvırmadan, bir
göz içimli mesafe ve tanımaksızın, sen gel… Yeni bir çocuğu emzirir gibi…
Senin bir alnın var yamaçlarda
kırmızı
Dizlerin sonra en basit hali Helen
Biz şarkıları şaraplara tercih bırakan, Babilden
seni görmek için gelenleriz. Aç kapını bana ve yanımdakilere. Türlü
yemeklerinden birer lokma, türlü şaraplarından birer yudum ve en çok da seni
görmek isteriz.
Biz babilden seni görmeye
gelenleriz
Acımız uzun yolun yorgunluğu değil. Acımız
sana doymamak hali. Ve kırgınlığımız da hep bu yüzden.
Biz kırgınlarıyız bu hayatın
Tadılmayan sarnıç fazlası gündüzlerden,
duman yüklü hercai mevsimlerden geriye, bulut bulut şimşek şimşek dönenler. Onlardır
düşmanlarımız ve sanadır bağlılığımız. Yarı solgun yüzlerimizde korkudan değil,
ürpertiden tutsak bir bilmece gizli. Beliren sabaha karşı yakomoz denizsi ve
çıplak bir liman kentinde, ADINI BÜYÜK KOROLARLA SÖYLEDİĞİMİZ, haddimiz olmadan
bunu tekrar ettiğimiz… Doğru… Pişman değiliz… Mutluyuz… Seni gördük ve görünce,
yola çıkmanın ve varmanın hazzına…
Hayır, hiçbiri bu güne bir mısra
çalamaz
Hiçbiri bu demin kokusunu barındıramaz. Biz
sana ey helen… Sana ve senin çocuğuna. Ve dilediğinde tekrar gelmek için geri
dönmeye, tek seferde yola çıkıp gelenleriz. Biz sana ey Helen, sana ve okula
gönderdiğin çocuğuna…
Senin bir alnın var yamaçlarda
kırmızı
Ortaçağdan kalma buz gibi hazine
Aydınca yürümenin ve gülmenin tadına, yeni
serpilmiş taze menekşenin kokusunu çekip içine bir ohh fırlatmak gibi manzaraya,
nasıl varılır nerede durulur, biliyorsun.
Senin bu alnında kan var biliyorum
Düşüp duruyorum yamaçlarından üstüm
başım kırmızı. Nehirler boyu bir şarkı dudaklarından
aşağı, köz gibi iner durur Samsun’un buhurdanından ıslak. Bir ayaklanmada adın
zikredilir diye hazırlanır idam. Darağacından ve kınalı dumanlardan yanık bir
ıslık, üzerine sermek için hazır tutulur tuvaletlerin. Kimse görmeden değil,
yalnız çocuklara mahsus bu gizlilik. Tabiatın çatık burunlu eski şairleri gibi,
dizilir silahların gölgesinde bir kadın. Kaç el sıkılır bilemem. Bu gizlilikten
nasiplenen… Senin bir çocuğun var karanlıkta okul önünde beklediğin… Biz de
çocuklarıydık senin sesinin.
Göstermediler…
Görmedik kaç kurşunla ölebilir bir kadın.
Ve kaç seferde yırtılır gökyüzü şiddetinden bir çığlığın. Senin bir yarının var
dumansı kızıllık.
Senin hiç geçmişin yok mu ki böyle
Böyle sokak serserileri doluşmuş
etrafında bilinmez. Ah, o gemilerin ardından çıkan beyaz köpük. Ah, bilmez ki
alır götürür ruhunu senin de. Sen şarkılar kadar gri yalın ve sessiz, sürüklenip
gidersin şehrimizden bir çocuğun elinden tutar gibi…
Ama biz seni görmeye geldik ey
Helen
Ve seni görmeden gitmeyeceğiz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder