Yıl sonu
müsamerelerine çıkarılması sakıncalı çocuktum ben. Çünkü otuz üç üvey kardeş
gördüm. Yani otuz üç zorunlu sınıf arkadaşı. Aile bilincini yeşertsinler diye
sarı badanalı duvarların, kırmızımtırak yağlı boyalı alt kısımlarında kurulan
darağaçlarında, devlet tarafından terbiye edilmiş. Yalnız ben, Adem ve Hamit
farkındaydık cinayetin. Onlar birinci sınıfta okumayı çözemediler. Karar: Sınıf
tekrarı.
Rimelleriyle
kanayan gözlerini gördüm ilkokul ikinci sınıfta bir öğretmenin. “Ürtmenim,
dedim, parmak kaldırmadan söze girilmesinden hoşlanmıyorsunuz ama rimelleriniz
kanıyor.” Cevap ağır ve uçkursuz: “Sen onunla ilgilenme 615; Ali’nin yaşına 30
ekle de gör ebeninkini.” Ali’nin yaşına 30 ekledim ve ebemin de ürtmenimden
aşağı kalır bir tarafının olmadığını gördüm. Adem ve Hamit hala birinci
sınıftaydı.
“Fakirler hiç
unutmaz” dersinde, “zenginlere hürmet” konusunu asmış, beşinci sınıflı abilerle
top sektirirken yakalanmıştım. Favorilerimden tutan okul müdürünün orta ikiden
çınlayan bağırtısı: “Ulan 615, adam olmayacak mısın?” Arkamdan gelen cevaba
şapka çıkaran bakışlarım, “ayıptır söylemesi Çarşambalıyız hocam, her türlü”
türünden çıkışlar ve de okul arkadaşlarımın kahkahalarına yapışan inişler. Adem
ve Hamit, ikinci sınıfa geçtiler.
“Daha
değişmeyecekse şu dünya atlası, artık derse başlayalım” adlı öğretmenin yarım
ağız konuşmaları: “Ulan gene mi ada keşfettiler?” “Yalnız bir sorun var
ürtmenim” diye kalkan bir arka parmak: “Yani, şimdi ada el değiştirmiş olabilir.
Mevzu bundan ibaret. Rüyalarını sınıfta görmeye çalışan güler yüzlü Ramazan
arkadaşımız köyden geliyor ürtmenim. Oraları en iyi o bilir.” Mesele dağların
kıyıya paralel uzanması değil. Mesele, çocuklara kuş lastiği satılması. Neden
alıştırıyorlar ki yani öldürmeye. Adem ve Hamit, okulda çete kurmuş. Üçüncü
sınıfa geçtiler. Ve ben okumaya erken başladığım için giremedim çeteye.
Yürürken arkama ve etrafıma bakmamın sebebi o ki, çelme takmasınlar diye.
Tabi, bu çete
meselesine fazla takmıştım. Gözlerim o vakitler “angel”i fark ediyor ama
önemsemiyordu. Beşinci sınıfta, abisi edebiyat yar doç’u bir Türkçe
öğretmeninin tekme tokat dalışlarına “yazık oldu genç kıza, güzel kızdı abi”
türünden iç çekişler. Herif, yani öğretmen, sapık ilan edilinceye kadar
dersimize girecek –burada sapıklığın cinsel boyutu yok, fikri boyuttan ibaret,
bana Attila İlhan okutacak, yıl sonu merasimine Üçüncü Şahsın Şiiri’yle
hazırlanacak, müdürün “hocam, bu velet zenginlere hürmet konusunu astığı için,
hani, okutmasak” çıkışlarına maruz kalınca, şiiri ezberlediğimle kalacak, yıllar
sonra onu da yanlış ezberlediğimi anlayacaktım. Neyse dedim, rezil olmaktan
kurtulmuşuz. Sonra dedim, kim biliyordu ki bu şiiri. Ben de arkadaş ortamında
Adem’le Hamit’e söylerim dedim. Çetenin de şairi katibi falan olurum. Olmadı.
Aralarına almadılar. Dördüncü sınıftaydılar.
“Tükenmez
kalemle de yazabilirsiniz” adlı öğretmen, biranın pek de içki olmadığını,
sonuçta faydalı bir taraflarının bulunduğunu söylüyordu. Gidip koşuyorduk ya da
o bize geliyordu ve soruyorduk din kültürü öğretmenine: “Şimdi hocam, nedir
yani bu iş?” “Hoca hanım ayıp etmiş çocuklar, bira düpe düz haramdır.” Vaktinde
söyleseydin de başlamasaydık be hocam! Biz altıncı sınıftık. Büyümüştük. Artık
ürtmenim yerine hocam diyorduk. Ben gene komiklik olsun diye arada ürtmenim
diyordum. Adem’le Hamit daha beşinci sınıftalardı. Yani tam olarak
büyümemişlerdi ama onlarda “hocam” diyordu. Beşinci sınıfta öğretmene hocam
diyen iki kişiydiler. Birini okuldan aldılar, inşaata verdiler. Devlet olaya el
koydu. Yani ya, sekiz sene okumaları lazım. Sekiz sene daha mı? Yok canım, üç yıl
daha. Toplam sekiz sene. Ölüm gösterildi, sıtmaya razı olundu. Mevzu yedinci
sınıfa taşındı.
“Siz benim
oğlumu nasıl zorla okula çağırtırsınız hoca” diye çıkışan Adem’in velisinin
çıkışına değil, “hocam” yerine “hoca” demesine şaşırıyorduk. Yani ya, hocama
nasıl hoca der. Hiç mi zenginlere hürmet konusunu işlememiş. Adamın cahil
olduğunu ailelerimize de onaylattıktan sonra fahrenaytın santigrat cinsinden
ısı yalıtımına etkisini hesaplatan hocayı dinliyorduk. En arka sıralarda ben
başrolünde Memoli’nin oynadığı, Süleyman Turan’ın yardımcı oyuncu olduğu bir
filmin senaryosunu yazıyordum. Küçük yaşta bütün kötü abileri dövme kabiliyetim
ciddiye alınmadığından, yani “herkesi nasıl dövcen oğlum” çıkışlarına maruz
kaldığından, senaryom yazılmadı. Siz benim senaryomu beğenmiyorsunuz öyle mi?
Bir daha nah anlatırım diyordum. Artık özenli senaryolarımı güzel insanlarla
paylaşıyordum. Adem’le Hamit’in bu taraklarda işi yoktu. Fen Bilgisi’nden
kağıda hiçbir şey yazmadıkları halde sınıfı geçtiler.
Size sekizinci
sınıfı da anlatabilirdim. Angel’in beni sevdiğini, sonra İlhan Mansız’ın en
karizmatik adam olduğunu, bunun da ekmeğini yediğimi, yani sırf adım şey diye,
sonra Angel’in zorla yanıma oturduğunu, İş Eğitimi öğretmeninden okkalı iki
tokat yediğimi, okul takımında parlayıp kulüplerin transfer listesine
girdiğimi, bonservisim elimde olduğundan beni kolayca transfer ettiklerini,
işin sonunda bonservisimi gene elime verdiklerini… Bütün bunları anlatırdım ama
mevzu o değildi. Ben liseye giderken Adem ve Hamit sekizinci sınıftalardı. Son
üç ay çok sıkıldılar, aileleri de sıkılmıştı. Devamsızlıktan kaldılar. Sonra el
birliğiyle geçirildiler. Sonra inşaata gittiler. Çalıştılar. Adem, Fatih’in
bela abisinin yanağını kuş lastiğiyle patlatmıştı. Adem, o aralar fazla mafyatikti.
Boyu çok kısaydı.
Sonra ne mi
oldu? Benim hiç Üsküdarlı vakitsiz şiirim olmadı hiç dereboyu çıkmazında
rastladığım kız arkadaşım ve hiç görünce gözümü alan mavi göz kapaklarım.
Adının değişik ritmlerine el salladığım bir kelebeğe cevap yazıp sildim bütün
bildiklerimi. Cevabın sonunda yarısı beynimde kalmış şu satırlar yazılıydı: “…
akşamında seni tutup getirmişler ellerinde menekşeler seriliymiş?” Ve türlü
filmlerin son sahnelerindeki çığlık sesi: Hürmet konusunda eksiğin var çocuk.
Ellerini önünde birleştirmeli ve de hafiften boyun eğmelisin. Hasssıttırınlan.