25 Eylül 2014 Perşembe

Sus Artık Mamalak!

İnsanın içine doğuyor kardeşim. Aylardır beklediğin o telefon, bugün yarın çalacak, hissediyorsun. Odaya bırakıp 4 saatte bir baktığın o telefonu, tuvalete sıçmaya giderken bile yanına alıyorsun. Bir zaman sonra, bu mesele aklından çıkmışken telefon çalıyor. Öylece arayanın ismine bakıyorsun. Donup kalıyorsun. Belki de üç dört biiip sonra telefonu açmak için yes’e basıyorsun. Olmuyor. Açılmıyor o telefon. Tekrar tekrar basıyorsun. Telefon donuyor. Hayat, her zamanki gibi gösteriyor ama elletmiyor. Hemen bataryayı çıkarıp yeniden takıyorsun. Geri arıyorsun. Telefon çalmadan kapatıyorsun. Sende bunu yapacak cesaret yok. Yarım saat, aylardır bekleyişin, o yarım saatte yıl gibi geliyor. Telefon tekrar çalıyor. Bu sefer hemen açıyorsun. İçin kıpır kıpır, heyecanlısın. Heyecanını gizlemeye çalışan ama eline yüzüne bulaştıran tok bir sesle “alo” diyorsun. Konuşuyorsun. Konuşmalar, sesler, notalar gibi melodik. Hiçbir şey tasarlamadan, hiçbir şey düşünmeden –istesen de düşünemeden- öylece konuşuyorsun. Songülle konuşur gibi, Yeşimle mesajlaşır gibi, hala seviyor gibi, söyleyemiyor gibi, bu gibileri daha fazla uzatma der gibi…

Sonra o telefon kapanıyor ya kardeşim… Oturup ağlıyorsun…

20 Eylül 2014 Cumartesi

Bir Gün Ebi’nin Gözleri Geliyor, Her Şey Değişiyor!

Mora, Ebi’nin gözleri ile açılır,
Ebi’nin gözleri ile kapanır…

Benim hiç İstanbul’da ablam olmadı, hiç küçük kız kardeşim ve hiç yerime ağlayan yalnızlığım. Çiçekçi dükkanlarım, gibi kahır kadınlarım, efkarı dinmeyen dumanlarım. Sarmaşık yalanlarım sonra gizli oyuncak ruhlarım…

Siz çıkıp geldiniz, elinizde çocuksu cümleler ve en çok da ince “e” harfi. Bakın, dediniz, bu gece bir dünya kuracağız ve siz o dünyada yeni yolcularsınız. Gülecek miyiz, evet! Ağlayacak mıyız, için için! Sevecek miyiz, hem de çok!

Siz gelince, bir vakıf buram buram mandalina koktu. Bir ağaç oldum olası şiir açtı. Sandalyeler ve sardunyalar, belki ilk kez güldü. Ruhum, gençliğini eline aldı, size baktı ve yüzyıllık tarihi bir çırpıda anlattı; eski Türk filmlerinin “yazıyor yazıyor” replikli çocukları gibi bağırdı: Ebi’nin gözleri geliyor, her şey değişiyor…

Ebi’den önce, daha sigaramız yanmamıştı, daha efkarımız başlamamıştı, daha hiç mutlu olmamıştık. O gece İstanbul güldü. O gece İstanbul ilk kez güldü. O gece türlü yalanlarla gönlümüzü uyuttuk. Sabaha her yanımız mutlulukla uyandı.

Ebi geldi. İnsanlara baktım. İnsanlar o kadar da kötü değil, o gün anladım. O kadar da yaşlı değiliz, sanıldığı kadar üzgün değiliz, belki mutlu da değiliz, ama insanız, o gün anladım. Öztürkçede “eb” diye bir kelime olduğunu, neden bu kelimenin bugün “ev” şeklinde kullanıldığını, bu kelime değişmeseydi “evim var” yerine “ebim var” diyeceğimizi, kimsenin benimki gibi bir ebi’si olmadığını o gün anladım.

Ebi geldi. Bütün şehri yıkmalı, yeniden yapmalı dedim. Hapishaneleri yakmalı, köprüleri yıkmalı, yalnız ağaçlar kalmalı ve yalnız insanlar çiçek açmalı, o gün anladım. O gün anladım, metrobüsler niçin var, niçin mis gibi mandalina kokacak tramvaylar…

Ebi’nin gözleri vardı. İnsan akıl sır erdiremezdi. Romanlar ne kadar uzun olursa olsun, Ebi’nin gözlerini anlatamazdı. Şarkılar, onun gözlerinde betimlenen fon müziğinden başka bir şey değildi. Şiirler, her yanı Fatih kokan sessiz sokak eserleriydi. Ebi’nin Niğde gazozunu içemeyişi, kalan son şişeden birkaç damla bardağa döküşü, eski Türk filmlerinin yegane konusuydu. Ebi’nin gözleri vardı. Ve hiçbir göz, onun yanında anlam kazanamazdı.

Dedim ya, benim hiç İstanbul’da ablam olmamıştı, hiç küçük kız kardeşim ve hiç yerime gülsün diye soytarılık yaptığım yalnızlığım… Şimdi Ebim vardı… Ve her şey başkaydı…

11 Eylül 2014 Perşembe

Sansürlenmiş Yazılar: Ne Kadar Yakından ve Arada Uçurum

Serengeti aslanları avlarını yemeden önce etrafı kolaçan ederler. Keyiflerine düşkün su aygırları, suyun içinde öylesine bencil, öylesine kendinden başkasını düşünmeyendir ki, huzurlarını bozan timsahları ayaklarıyla ezip öldürmüşlükleri vardır. Başları ve boyunlarının tüysüzlüğü sayesinde akbabalar, leşlerin ciğerlerine kadar iner ve sigara tiryakisi ceylanların solunum yollarından nikotin emer. Maymunların beş parmaklı olması, nesillerinin bir yerinde insanla birleşim kümesi kurup kurmadığı sorununa olumlu cevap verilmesini kolaylaştırır. Haddini bilmez koalalar, ellerini bir çırpıda açar ve kendilerinin de beş parmaklı mahlukat zümresine dahil olduğunu, evrimin ucundan kıyısından bir yerine monte edilmeleri gerektiğini söylerler, hatta bu hususta dilekçe yazarlar, gene de Darvincilere yaranamazlar…

Diyeceğim o ki, salla mamalak… Tut ki karnımız acıktı. Tam buğdaylı, ince kesimli ekmeğin üzerine en kırmızısından kahvaltı sosu sürdük. Kalınca bir kaşar peynirini sosun üzerine yerleştirdik. Kesilmiş zeytinler, güzelim süt mısırları derken fırına atıp kaşarlar eriyinceye dek 10-15 dakika ısıttık.

Tut ki kahvaltıda yalnız değilsindir. Tut ki sol çaprazında o güzelim gözleriyle bir kadın sana bakıp gülümsemektedir. Tut ki, her şey güzeldir…

9 Eylül 2014 Salı

Eski Sevda Yazıları 2: Bir Tereddüt Gecesi

Bazı gecelerde, her türlü uyuşturucudan alınan hazzın birdenbire kaçtığı fena bir an vardır. Elektrik kesilir gibi, araba durur gibi, nefes tıkanır gibi. İnsanın içini anlamsız bir çöküntü kaplar ve göğsüne ağır bir yük oturuverir. Hiçbir şey yapmamak isteği, yalnız kalmak, en sevdiklerine bile –sırf oradalar diye- düşmanlaşmak.

Önce vücudu hafif bir titreme alır. Ağır ağır ilerleyen bir ateş ciğerlere sirayet eder. Üşümediğini bildiğin halde titremeye başlarsın. Bunların üstüne, çöküntüye sebep olan zehrin aynı zamanda ilaç olduğunu bilmek, vücudu tesiri altına alan illetin insan beynini nasıl emdiğini görmek eklenir.

İstisna olmakla birlikte vakit ilerledikçe vücutta büyük tepkimeler belirir. Kalp çarpıntısı, mide bulantısı, başta ağırlık ve fena halde uykusuzluk… Birazdan yaşanacak olayların en büyük tetikçisi, bıçak saplanmış gibi bir baş ağrısıdır. Bilincin devre dışı kalması, burun kemiğine yapışık bir kılcal damarın tık sesi çıkararak patlamasıyla olur.

Kendine gelmeye başladığında insan ruhunun nasıl güzide bir varlık olduğuyla karşılaşırsın. “Şimdi geçecek, daha güçlü olacaksın, her şey güzel olacak, daha güçlü olacaksın, daha güçlü…” Bu, vücudun kendi kendine telkinidir. Betonun ya da tahta parçasının üstünde olman bir şeyi değiştirmez, uyanmaya ramak kala dünyanın en rahat yatağında gibi hissedersin. Yalnızsan sorun yok. Yalnız değilsen, kalabalığın saçma sapan telkinleri…

Galatadayım… Kore abidesinin dibinde, çayırlara uzanmış oturuyorum. İçki yasağının başlamasına yakın bir vakit… Baycan bira almaya gitti. Umarım bana da alır. Cebimde beş kuruş para yok. Profesyonel sarhoşlar, sadece içmez, aynı zamanda içirir. Baycan’ın profesyonel sarhoş olup olmadığını sorguluyorum. Bir iki dakika sonra Baycan, elinde tek bira şişesi ile geliyor. Yanıma oturuyor. Cebimden sigaramı çıkarıyorum. Dört tane sigaram kalmış. Birini kendi ağzıma veriyorum, diğerini Baycan’a uzatıyorum. Belki adamlık öğrenir. Baycan sigarayı alıyor. “Kardeşim, diyor, sana da alacaktım ama inan cebimde beş kuruş kalmadı.” Adamlık namına gelişme var. Sorun değil.

Burcu’yu arıyorum. “Kuledeyim, gel. Bira da getir.” Burcu “tamam” diyor.
“Hadi” ile başlayan her türlü cümleye “tamam” diye karşılık veren iki kişi tanıdım. Biri Burcu… Burcu’nun lügatinde “hayır, şimdi olmaz, müsait değilim, keyfim yok, sonra” gibi tabirler yoktur. Ona ne dersen “tamam” der ve “tamam” sözcüğü bir kadına ancak bu kadar yakışır. “Hadi”ye “hadi” ile karşılık veren ikinci kişi, benim, bunun bir önemi yok.

Az zaman sonra Burcu elinde bir poşetle geliyor. Poşette dört tane bira var. Yanıma oturuyor. Benzi bembeyaz. “Hasta mısın?” diyorum. “Midem bulanıyor” diyor. “İçme o zaman.” “İçmicem, sana getirdim…”

İki bira sonra, Burcu iyi değil. “Beni eve götür” diyor. Koluma giriyor ve kulenin solundan eve doğru yürüyoruz. Ara sıra sendeliyor. “Beni yalnız bırakma.” Hep bu replik… “Beni yalnız bırakma.” Bir dakika içinde birkaç kez, “beni yalnız bırakma.”

Evdeyiz. Yatağına yatırıyorum. Alnı ve yanakları ter içinde. Islak bezle terini siliyorum. Yarı baygın uzanıyor, “beni yalnız bırakma.”

Öyle zamanlar vardır, insan ayık kafayla bile karar veremez, âlemin yazılı olmayan kanunları işler. Ya hastaneye gideceğiz ya da Burcu’nun gözümün önünde erimesini seyredeceğim. “Beni yalnız bırakma” sözünün altında yalnız kalırsam öleceğim korkusu var. Bunu sezdiğim vakit düşündüğüm tek şey: “ailesine ne derim?”

Halbuki bütün meseleler gibi bunun da basit bir izahı var. Beynimiz, en basit halleri bile en çetrefilli kıvamlara getirmek konusunda hemcinsleriyle yarışır. Yarım saat içinde Burcu sızıyor. Bir sandalyede oturmuş öylece ona bakıyorum. Bir süre sonra sayıklamaya başlıyor. İlk hecesi vurgulu, harfler ilerledikçe belirsizleşen kelimeler, isimler… Çoğu anlamsız… Yalnız, bir iki defa, bu şarkıcı kızın dilinden bilinçsiz vaziyette süzülen bir inilti. Bunca şarkıcının, bunca şairin yüz binlerce mısra ile anlatmaya çalıştığı şeyi, Burcu tek bir iniltiyle, nihavent makamında söylüyor…

Bir saati aşkın bir süre… Burcu gözünü açıyor. Bir süre duvara bakıyor. “Burcu” diyorum, gözlerini sese çeviriyor. “Beni duyuyor musun?” Gözlerini kırpıyor. Onu ilk kez bu kadar bitkin görüyorum. Belki de ilk kez ne yaptığımı bilerek telkin yapıyorum:
“Oh be, sonunda kendine geldin. Rahatladın be kızım. Dinlenmek iyi geldi. Miden bulandı, ağrın vardı ama şimdi iyisin. Hava aldın, biraz uyudun, ayılıyorsun. Yüzüne renk geldi. Ama bak, harbi diyorum, sızınca çok güzel oluyorsun. Ayna olsa da göstersem.” (buna benzer cümleler)
“İstemem” anlamında kaşlarını havaya kaldırıyor. Kadınların, hiçbir erkek cinsinde olmayacak türden bu zarafet anlayışına hep hayran kalmışımdır. Hiçbir kadın aynada çirkin bir yüz görmek istemez.

Sıra aklını alıp uçurmakta… Kendi vücudunu dinliyor ve bu ona acı veriyor. Aklını karıştıracak bir şey… “Yalnız, her şeyi itiraf ettin hee. Bayaa sağlam sırların varmış.”
Ve hayatın en anlamlı sorusu: “Ne dedim?”
İşte bu. Hep işe yaramıştır, yarayacaktır. Herkesin sırrı var. Ve herkesin ifşa olma korkusu… Bu iş bu kadar. Artık akıl başka yerde. Uyu kızım, rahatça uyu, sabaha daha güçlü olacaksın.

Havanın ışımaya başladığını hatırlıyorum. Sızmışım. Burcu’nun belki de kendisinin bile duyamadığı bir “şşş” sesiyle uyandım. “t”siz bir “şşş”. Mecalsiz, biraz yana kaydı, olanca kuvvetiyle yorganı kaldırdı ve “yanıma gel” dedi. Yanına gittim…

Sabah olmuş. Ne vakit rahat bir kucakta uyusam, kolay kolay uyanmam. Burcu yatakta yok. Mutfağa gittim. Burcu kahvaltı hazırlıyor. Sarıldım. İlk kez, ona bu kadar içten sarıldım. Kadınlar, içten sarılmaları hisseder. Anlamlandıramasa bile hisseder. Burcu’yu bu kadar güzel görmemiştim. İlk kez ondan hoşlanma ihtimalini, hatta hoşlandığımı düşündüm. Ve Burcu’nun dilinden, bütün gecenin ardından, tek bir soru: “Sen niye sandalyede uyudun?”


Cevap vermeli mi? Biz insanlar gerçeğe değil, duymak istediğimize inanırız. Bir kez olsun bunu yapmaya hakkım var: “Çok güzel uyuyordun, seyrederken sızmışım.” Yemedi, ama güzel oldu. O günün akşamında, dolaylı yoldan, benden hoşlandığını, birlikte olma fikrini söyledi. “Gideceğim” dedim. “Beni bir daha görmeyeceksin.” Bu söylediklerimin birçok kadının ruhunda beni daha cazip hale getirdiğini bilirim. Burcu’nun duygularıyla oynamak gibi bir derdim olmadı. Her şeye tamam diyen kadın, buna da tamam dedi. Mutfakta ne mi oldu? “Sana bir daha sarılayım mı?” dedim. Önce o sarıldı…

6 Eylül 2014 Cumartesi

Eski Sevda Yazıları: Mamalaksoyka ve Kaldırım Çocukları

Kapşonumu gözlerime indirdim. Ceketimin kollarını dirseklerime kadar sıvadım. Vakit gece yarısı ve ben Galata’dan Şişhane’ye doğru yürüyorum. Ara sıra asfalt ayağımın altından kayıyor. Asfalt kaydıkça ışıklar gözlerimde billurlaşıyor. Kendi kendime çarpıyorum. Söylemeye ne hacet? Tabi ki sarhoşum. Gene çekmişim burnum mis gibi karanfil kokuyor. Karşımda sarışın üç turist. Göz göze gelmekten korkuyorlar. İki kolumu yüz seksen derece açıyorum. Birinde kahverengi bira şişesi, diğerinde sigara. Ve olmazsa olmaz bir Amerikan repliğini haykırıyorum: “Wellcome to my tired country.” Gülüyorlar. Göz göze geliyoruz. Korkulacak hiçbir şey yok. Her şey naylondan, o kadar.

Otobüsü fazla beklemiyorum. Kartımı basıp biniyorum. Şoför elimdeki bira şişesine bakıyor. “İster misin” diyorum, gülüyor. Oturacak tek yer, bayan yanı. Oturuyorum. Esmer olmayan kadına dönüp bunca yıllık geçmişimi bir çırpıda söylüyorum: “Dünyanın en güzel kadınının bile bir can sıkıntılık işi vardır. Can sıkılınca herkes unutulur.”

Aya Kapı’da iniyorum. Gece yarısı içki yasağını delen tek büfe Elit Büfe’dir. Dolaptan üç şişe alıyorum. Kemal Abi’nin babası üç gündür hastanede. Durumunu soruyorum. “Hep aynı” diyor. Ne demek, hep aynı? İyi mi? Fena mı? Bilmiyoruz. İyi olmadık ki fena olup olmadığımızı bilelim. Demek fena da değiliz. Fena olmamak iyidir, öyle ise iyi gibiyiz. İyi veya fena, biz hürüz.

Otoparkçı abiler de büfede. Nerede yaşadığımı soruyorlar. Kim bilir? Nerede yaşadığını kim bilir? “Buralar bizden sorulur” diyorlar, “başın sıkışınca bize gel.” Ben başım sıkışınca kaldırımlara giderim. Kaldırımların üstünde ne güzel yürünür, ne güzel bağıra bağıra şarkı söylenir, arkadaş kahkahaları ne güzel hatırlanır ve için için ne güzel ağlanır. Kaldırımlar, orasıdır evim. Sizler benim misafirimsiniz. Arka bahçemde gibisiniz. Oturduğunuz evler, binalar, hepsi benim. Ama isterseniz alın, sizin olsun. Bana kaldırımları verin yeter. Kaldırımlardadır aradığım hürriyet. Sokak köpekleri, filozof kediler ve aziz dostum dilenciler. Yalnız onlarda bulurum sahiciliği. Ve yalnız onlarda tadarım yaşamanın özgürlük olduğu hissini.

Biralardan birini açtım. Diğer ikisini poşete koyup yolun karşısına geçtim. Parklardan ve sahillerden yürümek sarhoşluğun şanındandır. Yürüdüm. Ağacın dibinde oturmuş, içi köz dolu tenekeyle ısınmaya çalışan biri… Elleri ve yüzü soğuktan kabuk bağlamış. “Merhaba” dedim. Kurumuş çam iğnelerini toplayıp tenekenin içine atıyor. Bu iğneler ateşi körüklemez. Ben de kurumuş çam iğneleri toplayıp tenekenin içine attım. Biramdan uzattım. İstemedi. Sigara verdim. Sigaralardır bütün muhabbetin başlangıcı. Suriyeli. Tam 15 dakika. O Arapça konuştu, ben Türkçe. Ve anlaştık.

Sizler onunla anlaşamazsınız. Sizler onu görünce yolunuzu değiştirirsiniz. Paranızı çalacağından ya da size zarar vermesinden korkarsınız. Ama biz… Üç büyük korkuyu belleğimizden sildik: Sefalet, hastalık ve ölüm korkusu. “Ölümden korkmuyoruz ki hastalıktan korkalım, hastalıktan korkmuyoruz ki sefaletten korkalım, sefaletten korkmuyoruz ki, dolgun bir karın sıvamak ihtiyacıyla hamilerimizin önünde el pençe divan duralım ve onlara: ‘Afiyeti devletiniz nasıldır efendim?’ diye soralım.
Biz kendi kendimize sorarız;
-         -  Afiyeti devletiniz nasıldır efendimiz?
Ve yine kendi kendimize cevap veririz:”
-          - Hep aynı, hep aynı, hep aynı!

Biz kim miyiz?
Gece yarısı kaldırımda yürüyenler. Kaldırım çocukları. Bütün hayatımız kaldırımların üstünde geçti. Onların üstünde hayallerimizin en dehşetlisini kurduk. Ve onların üstünde karar verdik, hayallerimizin peşinden gitmemeye. “İnsan hayallerinin peşinden koşmalı.” Ne büyük yalan. Ulaşılacak olduktan sonra hayal kurmanın manası ne? Biz… Hayal kırıklığından korkmuyoruz ki, hayal kurmaktan korkalım. Mutlu olmak gibi bir derdimiz yok ki mutsuz olalım. Biz yalnızca yürürüz. Sokak köpekleri, filozof kediler ve aziz dostum dilenciler… Yani kaldırım çocukları…

İkinci birayı açtım. 10 dakikalık yolu yarım saatte yürüdüm. Kayıkçıların önündeyim. Midyeci çocuk “ister misin” dedi. İstemem, ver bir tane. Güzelmiş, bir tane daha ver. Al şu parayı, ne kadar geliyorsa hepsini ver. Sigara ister misin? Yaşın küçük. Olsun, iç bir tane.

Parkın ortasından yolun karşısına geçtim. Elimdeki son birayı da açtım. Bakkalın çırağı “afiyet olsun abi” dedi. “Sağlık olsun” dedim. Aynı anlama gelen iki kelime: afiyet ve sağlık. “Afiyet olsun” denince, iyi bir şey denmiş oluyor. “Sağlık olsun” sözünü ise kaybedenler söylüyor. Önemsemedim. Sola dönüp ince yokuşu tırmandım. Rıfat Efendi Sokağı’ndayım. Sessiz olalım. Burası, iyi ailelerin sokağı. Ev kuşlarının hepsi burada. Birbirlerine sükunet veriyorlar. Biri çıkarıp sükunetini diğerinin ağzına veriyor. Onları birbirine bağlayan tek şey bu. Aman sükunetlerini bozmayalım.

Biraz daha yürüdüm. Tanrıverdi Büfe içki saatinin başlaması ile gene erkenden kapanmış. Vapuru okşamak istedim. Vazgeçtim. Yürüdüm. Köfteci “sarayım mı bir yarım” diye sordu. “Yok abi” dedim. Sabah kahvesini ucuz ama kaliteli yapan kahvehanedeyim. Şişeyi tezgahın üstüne koyup tuvalete girdim. Çıktığımda şişe yerindeydi. Hiçbir profesyonel sarhoş, başkasının şişesini araklamaz. Birazcık tadına bakar, o kadar. Biraz daha yürüdüm. Edi dükkanı kapatmış. Bu saatte Diana’nın gülümseyişini görmek güzel olabilirdi. Belki başka sefere dedim.


Geri döndüm. Balık olduğunu düşündüğüm burcum, kulenin altında beni bekliyordu. Yanına gittim. “Bu gece sokakta yatalım mı?” dedim. “Olur” dedi, “ama önce bize gidelim”…