Kapşonumu gözlerime indirdim. Ceketimin
kollarını dirseklerime kadar sıvadım. Vakit gece yarısı ve ben Galata’dan
Şişhane’ye doğru yürüyorum. Ara sıra asfalt ayağımın altından kayıyor. Asfalt
kaydıkça ışıklar gözlerimde billurlaşıyor. Kendi kendime çarpıyorum. Söylemeye
ne hacet? Tabi ki sarhoşum. Gene çekmişim burnum mis gibi karanfil kokuyor. Karşımda
sarışın üç turist. Göz göze gelmekten korkuyorlar. İki kolumu yüz seksen derece
açıyorum. Birinde kahverengi bira şişesi, diğerinde sigara. Ve olmazsa olmaz
bir Amerikan repliğini haykırıyorum: “Wellcome to my tired country.” Gülüyorlar.
Göz göze geliyoruz. Korkulacak hiçbir şey yok. Her şey naylondan, o kadar.
Otobüsü fazla beklemiyorum. Kartımı
basıp biniyorum. Şoför elimdeki bira şişesine bakıyor. “İster misin” diyorum,
gülüyor. Oturacak tek yer, bayan yanı. Oturuyorum. Esmer olmayan kadına dönüp
bunca yıllık geçmişimi bir çırpıda söylüyorum: “Dünyanın en güzel kadınının
bile bir can sıkıntılık işi vardır. Can sıkılınca herkes unutulur.”
Aya Kapı’da iniyorum. Gece yarısı içki
yasağını delen tek büfe Elit Büfe’dir. Dolaptan üç şişe alıyorum. Kemal Abi’nin
babası üç gündür hastanede. Durumunu soruyorum. “Hep aynı” diyor. Ne demek, hep
aynı? İyi mi? Fena mı? Bilmiyoruz. İyi
olmadık ki fena olup olmadığımızı bilelim. Demek fena da değiliz. Fena olmamak
iyidir, öyle ise iyi gibiyiz. İyi veya fena, biz hürüz.
Otoparkçı abiler de büfede. Nerede
yaşadığımı soruyorlar. Kim bilir? Nerede yaşadığını kim bilir? “Buralar bizden
sorulur” diyorlar, “başın sıkışınca bize gel.” Ben başım sıkışınca kaldırımlara
giderim. Kaldırımların üstünde ne güzel yürünür, ne güzel bağıra bağıra şarkı
söylenir, arkadaş kahkahaları ne güzel hatırlanır ve için için ne güzel
ağlanır. Kaldırımlar, orasıdır evim. Sizler benim misafirimsiniz. Arka bahçemde
gibisiniz. Oturduğunuz evler, binalar, hepsi benim. Ama isterseniz alın, sizin
olsun. Bana kaldırımları verin yeter. Kaldırımlardadır aradığım hürriyet. Sokak
köpekleri, filozof kediler ve aziz dostum dilenciler. Yalnız onlarda bulurum
sahiciliği. Ve yalnız onlarda tadarım yaşamanın özgürlük olduğu hissini.
Biralardan birini açtım. Diğer ikisini
poşete koyup yolun karşısına geçtim. Parklardan ve sahillerden yürümek
sarhoşluğun şanındandır. Yürüdüm. Ağacın dibinde oturmuş, içi köz dolu tenekeyle
ısınmaya çalışan biri… Elleri ve yüzü soğuktan kabuk bağlamış. “Merhaba” dedim.
Kurumuş çam iğnelerini toplayıp tenekenin içine atıyor. Bu iğneler ateşi
körüklemez. Ben de kurumuş çam iğneleri toplayıp tenekenin içine attım.
Biramdan uzattım. İstemedi. Sigara verdim. Sigaralardır bütün muhabbetin
başlangıcı. Suriyeli. Tam 15 dakika. O Arapça konuştu, ben Türkçe. Ve anlaştık.
Sizler onunla anlaşamazsınız. Sizler onu
görünce yolunuzu değiştirirsiniz. Paranızı çalacağından ya da size zarar
vermesinden korkarsınız. Ama biz… Üç büyük korkuyu belleğimizden sildik:
Sefalet, hastalık ve ölüm korkusu. “Ölümden korkmuyoruz ki hastalıktan
korkalım, hastalıktan korkmuyoruz ki sefaletten korkalım, sefaletten
korkmuyoruz ki, dolgun bir karın sıvamak ihtiyacıyla hamilerimizin önünde el pençe
divan duralım ve onlara: ‘Afiyeti devletiniz nasıldır efendim?’ diye soralım.
Biz kendi kendimize sorarız;
- - Afiyeti devletiniz nasıldır efendimiz?
Ve yine kendi kendimize cevap veririz:”
- - Hep aynı, hep aynı, hep aynı!
Biz kim miyiz?
Gece yarısı kaldırımda yürüyenler.
Kaldırım çocukları. Bütün hayatımız kaldırımların üstünde geçti. Onların
üstünde hayallerimizin en dehşetlisini kurduk. Ve onların üstünde karar verdik,
hayallerimizin peşinden gitmemeye. “İnsan hayallerinin peşinden koşmalı.” Ne
büyük yalan. Ulaşılacak olduktan sonra hayal kurmanın manası ne? Biz… Hayal
kırıklığından korkmuyoruz ki, hayal kurmaktan korkalım. Mutlu olmak gibi bir derdimiz
yok ki mutsuz olalım. Biz yalnızca yürürüz. Sokak köpekleri, filozof kediler ve
aziz dostum dilenciler… Yani kaldırım çocukları…
İkinci birayı açtım. 10 dakikalık yolu
yarım saatte yürüdüm. Kayıkçıların önündeyim. Midyeci çocuk “ister misin” dedi.
İstemem, ver bir tane. Güzelmiş, bir tane daha ver. Al şu parayı, ne kadar
geliyorsa hepsini ver. Sigara ister misin? Yaşın küçük. Olsun, iç bir tane.
Parkın ortasından yolun karşısına
geçtim. Elimdeki son birayı da açtım. Bakkalın çırağı “afiyet olsun abi” dedi.
“Sağlık olsun” dedim. Aynı anlama gelen iki kelime: afiyet ve sağlık. “Afiyet
olsun” denince, iyi bir şey denmiş oluyor. “Sağlık olsun” sözünü ise
kaybedenler söylüyor. Önemsemedim. Sola dönüp ince yokuşu tırmandım. Rıfat
Efendi Sokağı’ndayım. Sessiz olalım. Burası, iyi ailelerin sokağı. Ev
kuşlarının hepsi burada. Birbirlerine sükunet veriyorlar. Biri çıkarıp
sükunetini diğerinin ağzına veriyor. Onları birbirine bağlayan tek şey bu. Aman
sükunetlerini bozmayalım.
Biraz daha yürüdüm. Tanrıverdi Büfe içki
saatinin başlaması ile gene erkenden kapanmış. Vapuru okşamak istedim.
Vazgeçtim. Yürüdüm. Köfteci “sarayım mı bir yarım” diye sordu. “Yok abi” dedim.
Sabah kahvesini ucuz ama kaliteli yapan kahvehanedeyim. Şişeyi tezgahın üstüne
koyup tuvalete girdim. Çıktığımda şişe yerindeydi. Hiçbir profesyonel sarhoş,
başkasının şişesini araklamaz. Birazcık tadına bakar, o kadar. Biraz daha
yürüdüm. Edi dükkanı kapatmış. Bu saatte Diana’nın gülümseyişini görmek güzel
olabilirdi. Belki başka sefere dedim.
Geri döndüm. Balık olduğunu düşündüğüm
burcum, kulenin altında beni bekliyordu. Yanına gittim. “Bu gece sokakta
yatalım mı?” dedim. “Olur” dedi, “ama önce bize gidelim”…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder