6 Eylül 2014 Cumartesi

Eski Sevda Yazıları: Mamalaksoyka ve Kaldırım Çocukları

Kapşonumu gözlerime indirdim. Ceketimin kollarını dirseklerime kadar sıvadım. Vakit gece yarısı ve ben Galata’dan Şişhane’ye doğru yürüyorum. Ara sıra asfalt ayağımın altından kayıyor. Asfalt kaydıkça ışıklar gözlerimde billurlaşıyor. Kendi kendime çarpıyorum. Söylemeye ne hacet? Tabi ki sarhoşum. Gene çekmişim burnum mis gibi karanfil kokuyor. Karşımda sarışın üç turist. Göz göze gelmekten korkuyorlar. İki kolumu yüz seksen derece açıyorum. Birinde kahverengi bira şişesi, diğerinde sigara. Ve olmazsa olmaz bir Amerikan repliğini haykırıyorum: “Wellcome to my tired country.” Gülüyorlar. Göz göze geliyoruz. Korkulacak hiçbir şey yok. Her şey naylondan, o kadar.

Otobüsü fazla beklemiyorum. Kartımı basıp biniyorum. Şoför elimdeki bira şişesine bakıyor. “İster misin” diyorum, gülüyor. Oturacak tek yer, bayan yanı. Oturuyorum. Esmer olmayan kadına dönüp bunca yıllık geçmişimi bir çırpıda söylüyorum: “Dünyanın en güzel kadınının bile bir can sıkıntılık işi vardır. Can sıkılınca herkes unutulur.”

Aya Kapı’da iniyorum. Gece yarısı içki yasağını delen tek büfe Elit Büfe’dir. Dolaptan üç şişe alıyorum. Kemal Abi’nin babası üç gündür hastanede. Durumunu soruyorum. “Hep aynı” diyor. Ne demek, hep aynı? İyi mi? Fena mı? Bilmiyoruz. İyi olmadık ki fena olup olmadığımızı bilelim. Demek fena da değiliz. Fena olmamak iyidir, öyle ise iyi gibiyiz. İyi veya fena, biz hürüz.

Otoparkçı abiler de büfede. Nerede yaşadığımı soruyorlar. Kim bilir? Nerede yaşadığını kim bilir? “Buralar bizden sorulur” diyorlar, “başın sıkışınca bize gel.” Ben başım sıkışınca kaldırımlara giderim. Kaldırımların üstünde ne güzel yürünür, ne güzel bağıra bağıra şarkı söylenir, arkadaş kahkahaları ne güzel hatırlanır ve için için ne güzel ağlanır. Kaldırımlar, orasıdır evim. Sizler benim misafirimsiniz. Arka bahçemde gibisiniz. Oturduğunuz evler, binalar, hepsi benim. Ama isterseniz alın, sizin olsun. Bana kaldırımları verin yeter. Kaldırımlardadır aradığım hürriyet. Sokak köpekleri, filozof kediler ve aziz dostum dilenciler. Yalnız onlarda bulurum sahiciliği. Ve yalnız onlarda tadarım yaşamanın özgürlük olduğu hissini.

Biralardan birini açtım. Diğer ikisini poşete koyup yolun karşısına geçtim. Parklardan ve sahillerden yürümek sarhoşluğun şanındandır. Yürüdüm. Ağacın dibinde oturmuş, içi köz dolu tenekeyle ısınmaya çalışan biri… Elleri ve yüzü soğuktan kabuk bağlamış. “Merhaba” dedim. Kurumuş çam iğnelerini toplayıp tenekenin içine atıyor. Bu iğneler ateşi körüklemez. Ben de kurumuş çam iğneleri toplayıp tenekenin içine attım. Biramdan uzattım. İstemedi. Sigara verdim. Sigaralardır bütün muhabbetin başlangıcı. Suriyeli. Tam 15 dakika. O Arapça konuştu, ben Türkçe. Ve anlaştık.

Sizler onunla anlaşamazsınız. Sizler onu görünce yolunuzu değiştirirsiniz. Paranızı çalacağından ya da size zarar vermesinden korkarsınız. Ama biz… Üç büyük korkuyu belleğimizden sildik: Sefalet, hastalık ve ölüm korkusu. “Ölümden korkmuyoruz ki hastalıktan korkalım, hastalıktan korkmuyoruz ki sefaletten korkalım, sefaletten korkmuyoruz ki, dolgun bir karın sıvamak ihtiyacıyla hamilerimizin önünde el pençe divan duralım ve onlara: ‘Afiyeti devletiniz nasıldır efendim?’ diye soralım.
Biz kendi kendimize sorarız;
-         -  Afiyeti devletiniz nasıldır efendimiz?
Ve yine kendi kendimize cevap veririz:”
-          - Hep aynı, hep aynı, hep aynı!

Biz kim miyiz?
Gece yarısı kaldırımda yürüyenler. Kaldırım çocukları. Bütün hayatımız kaldırımların üstünde geçti. Onların üstünde hayallerimizin en dehşetlisini kurduk. Ve onların üstünde karar verdik, hayallerimizin peşinden gitmemeye. “İnsan hayallerinin peşinden koşmalı.” Ne büyük yalan. Ulaşılacak olduktan sonra hayal kurmanın manası ne? Biz… Hayal kırıklığından korkmuyoruz ki, hayal kurmaktan korkalım. Mutlu olmak gibi bir derdimiz yok ki mutsuz olalım. Biz yalnızca yürürüz. Sokak köpekleri, filozof kediler ve aziz dostum dilenciler… Yani kaldırım çocukları…

İkinci birayı açtım. 10 dakikalık yolu yarım saatte yürüdüm. Kayıkçıların önündeyim. Midyeci çocuk “ister misin” dedi. İstemem, ver bir tane. Güzelmiş, bir tane daha ver. Al şu parayı, ne kadar geliyorsa hepsini ver. Sigara ister misin? Yaşın küçük. Olsun, iç bir tane.

Parkın ortasından yolun karşısına geçtim. Elimdeki son birayı da açtım. Bakkalın çırağı “afiyet olsun abi” dedi. “Sağlık olsun” dedim. Aynı anlama gelen iki kelime: afiyet ve sağlık. “Afiyet olsun” denince, iyi bir şey denmiş oluyor. “Sağlık olsun” sözünü ise kaybedenler söylüyor. Önemsemedim. Sola dönüp ince yokuşu tırmandım. Rıfat Efendi Sokağı’ndayım. Sessiz olalım. Burası, iyi ailelerin sokağı. Ev kuşlarının hepsi burada. Birbirlerine sükunet veriyorlar. Biri çıkarıp sükunetini diğerinin ağzına veriyor. Onları birbirine bağlayan tek şey bu. Aman sükunetlerini bozmayalım.

Biraz daha yürüdüm. Tanrıverdi Büfe içki saatinin başlaması ile gene erkenden kapanmış. Vapuru okşamak istedim. Vazgeçtim. Yürüdüm. Köfteci “sarayım mı bir yarım” diye sordu. “Yok abi” dedim. Sabah kahvesini ucuz ama kaliteli yapan kahvehanedeyim. Şişeyi tezgahın üstüne koyup tuvalete girdim. Çıktığımda şişe yerindeydi. Hiçbir profesyonel sarhoş, başkasının şişesini araklamaz. Birazcık tadına bakar, o kadar. Biraz daha yürüdüm. Edi dükkanı kapatmış. Bu saatte Diana’nın gülümseyişini görmek güzel olabilirdi. Belki başka sefere dedim.


Geri döndüm. Balık olduğunu düşündüğüm burcum, kulenin altında beni bekliyordu. Yanına gittim. “Bu gece sokakta yatalım mı?” dedim. “Olur” dedi, “ama önce bize gidelim”…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder