Mora, Ebi’nin gözleri ile açılır,
Ebi’nin gözleri ile kapanır…
Benim hiç İstanbul’da ablam olmadı, hiç
küçük kız kardeşim ve hiç yerime ağlayan yalnızlığım. Çiçekçi dükkanlarım, gibi
kahır kadınlarım, efkarı dinmeyen dumanlarım. Sarmaşık yalanlarım sonra gizli
oyuncak ruhlarım…
Siz çıkıp geldiniz, elinizde çocuksu
cümleler ve en çok da ince “e” harfi. Bakın, dediniz, bu gece bir dünya
kuracağız ve siz o dünyada yeni yolcularsınız. Gülecek miyiz, evet! Ağlayacak
mıyız, için için! Sevecek miyiz, hem de çok!
Siz gelince, bir vakıf buram buram
mandalina koktu. Bir ağaç oldum olası şiir açtı. Sandalyeler ve sardunyalar, belki
ilk kez güldü. Ruhum, gençliğini eline aldı, size baktı ve yüzyıllık tarihi bir
çırpıda anlattı; eski Türk filmlerinin “yazıyor yazıyor” replikli çocukları
gibi bağırdı: Ebi’nin gözleri geliyor, her şey değişiyor…
Ebi’den önce, daha sigaramız yanmamıştı,
daha efkarımız başlamamıştı, daha hiç mutlu olmamıştık. O gece İstanbul güldü.
O gece İstanbul ilk kez güldü. O gece türlü yalanlarla gönlümüzü uyuttuk.
Sabaha her yanımız mutlulukla uyandı.
Ebi geldi. İnsanlara baktım. İnsanlar o
kadar da kötü değil, o gün anladım. O kadar da yaşlı değiliz, sanıldığı kadar
üzgün değiliz, belki mutlu da değiliz, ama insanız, o gün anladım. Öztürkçede “eb”
diye bir kelime olduğunu, neden bu kelimenin bugün “ev” şeklinde kullanıldığını,
bu kelime değişmeseydi “evim var” yerine “ebim var” diyeceğimizi, kimsenin
benimki gibi bir ebi’si olmadığını o gün anladım.
Ebi geldi. Bütün şehri yıkmalı, yeniden
yapmalı dedim. Hapishaneleri yakmalı, köprüleri yıkmalı, yalnız ağaçlar kalmalı
ve yalnız insanlar çiçek açmalı, o gün anladım. O gün anladım, metrobüsler
niçin var, niçin mis gibi mandalina kokacak tramvaylar…
Ebi’nin gözleri vardı. İnsan akıl sır
erdiremezdi. Romanlar ne kadar uzun olursa olsun, Ebi’nin gözlerini
anlatamazdı. Şarkılar, onun gözlerinde betimlenen fon müziğinden başka bir şey
değildi. Şiirler, her yanı Fatih kokan sessiz sokak eserleriydi. Ebi’nin Niğde
gazozunu içemeyişi, kalan son şişeden birkaç damla bardağa döküşü, eski Türk
filmlerinin yegane konusuydu. Ebi’nin gözleri vardı. Ve hiçbir göz, onun
yanında anlam kazanamazdı.
Dedim ya, benim hiç İstanbul’da ablam
olmamıştı, hiç küçük kız kardeşim ve hiç yerime gülsün diye soytarılık yaptığım
yalnızlığım… Şimdi Ebim vardı… Ve her şey başkaydı…
Bu yazıdaki her şey o kadar gerçek ki. Ben nasıl sen değilmişsin gibi yazamadıysam (hoş, böyle bir derdim de yoktu ya) sen de sen değilmişsin gibi okuyamazsın. Bakir Efendi ne kadar gerçekse Ebi'nin Gözleri de o kadar gerçek. Göktürkler, "ebi" herkesin diline dolanmasın diye, olur ya biri yanlış telaffuz eder, olur ya haddi olmayan biri adını ağzına alır diye değiştirmişler bu kelimeyi. İyi de yapmışlar. Niğde gazozuna gelince. Benim evimin dibindeki markette Niğde gazozu varmış da haberim yokmuş. Tanesi 1 buçuk liradan dört tanesi 6 lira yapar. 6 lira kardayım senin içemediğin zamanki hesaba göre:) Bu da bir şeydir. Son cümlene gelince. Ben ne yaparsam yapayım, sen ne yaparsan yap, başkası ne yaparsa yapsın, her şeyi çok güzel bir yere götüren bir şey çıkacak. Bizim meselemiz, seni beni mora'yı aştı Ebi. Hiçbir şey olmazsa, Kleopatra Nazan Abla kılığında pencerene konar, anlatır sana sevmenin bin bir türlü halini. Sonrası ne Ebi? Sonrası iyilik güzellik...
YanıtlaSil