20 Aralık 2015 Pazar

Parçalanmış Saat Camının Koluma Yazdığı Yazıdır

Bembeyaz bir cigara dumanı elimde. Beynimde taze kavrulmuş fesleğen kokuları. Sen incecik teninle gözüme ilişirsin kuzey yamaçlarımdan. Onlar gibi beni de tutsa dersin. Tutsamak hiçbir nilüferin güdümünde değildir, bilirsin. Ben alır saatimi duvara fırlatırım. Saat yere düşünceye değin, eski köprünün altında, zamanı durdurup yeni bir tütün sararım. 

17 Aralık 2015 Perşembe

Islak Gibi Bir Şeydik Gülüyorduk!

Sonra ben senin gözlerine üç dirhem papatya suyu damlattım üç tutam kekik ve bir çorba kaşığı böğürtlen.

Eski sokak sarnıçlarımız yosun gibi yalnızlıklar ekledi ıhlamur kokulu ve kestane korkulu trampetler.

Bir güvercin gökyüzünde taklalar atıyordu köpekler tütün sarıyordu kediler tiryaki.

Sen saçlarını kıvırıp ıslak havluna kurumuş pınarlar saçıyordun ellerin durmuyordu düşe kalka temizleniyordu sesin.

Bir bulut kaç kezdir yanıbaşımda karanfil deriyordu papatya alıp fala bakıyordun kimi seviyor kimi sevmiyordun bilinmez.

Biz kaldırım gibi bir şeydi neydi bilmiyorduk çıkıyorduk nefesimiz birbirine karışıyordu.

Elmalar olgunlaşmış kimse duymasın diyordun elmalar sonra Amasya’dan mı geliyordu biz mi gidiyorduk.

Halbuki erken kalkmıştık saçlarımızı taramamış daha duş almamıştık bakkalın kızına laf atmamıştık ekmeğimiz yoktu.

Sonra senin gözlerine üç dirhem papatya suyu damlattım üç tutam kekik ve bir çorba kaşığı böğürtlen. Bir ara sıcaklar gibi oldum dedin ellerime dokundun ceketimi çıkardın.

Gariptir taze kavrulmuş sevdalar ısırdın aslanlar yedirdin geceler kuruttun. İnsanlar geçti sokağından herkes üzgün sen mutluydun.

Ben önce rüyamda gördüm seni uyandım yanımda gördüm uyudum tekrar rüyamda. Martılar da bizim gibi iç çeker mi diye sordun menekşeler kurumuş mu diye baktın rüzgar var mı dinledin.

Ben çıkarıp adına şiirler yazdım yanılgılar usangaçlıklar ekledim sarı siyah kızıl mavi. Işık gibi bir şeydin gökyüzünden düştün sokağa çıktın donakaldık ışık gibi bir şeydin.

Gölgemde oturup dinlenmek istedin gölgemde kimseye görünmeden hesap vermeden. Kalkıp çay demledik yeni kitabımızı okuduk denize karşı fotoğraf çekindik.

Ellerimiz gibi gözlerimiz de güzeldi yanaklarımız da vardı sesimiz de kalbimiz de. Yeni fasıllara meylettik yeni şarkılar söyledik dostluklar edindik.

Sabaha bir yanımız ıslak uyandık yağmur da yağmıştı ayaz da vardı şelale de. Çocuklar şeker yiyordu pamuktan kömürden gözlerinden ve nihavend sesinden.

El ele türlü sarmaşıkları geçtik türlü kızarmış ekmekleri ve türsüz bakkal çıraklarını.

Üstelik bu sabah erken kalkmıştık saçlarımızı taramamış daha duş almamıştık kirli isteklerimiz ve ekmeğimiz yoktu.

Kimsenin kötülüğünü istemezdik herkes çiçek olsun derdik oturur biz de çiçek olurduk.

Sonra ben senin gözlerine üç dirhem papatya suyu damlattım üç tutam kekik ve bir çorba kaşığı böğürtlen.


Sen dönüp varlığımızı bölüşelim mi dedin, ben olur dedim bir ara, bölüştük…

13 Aralık 2015 Pazar

27 Boğum ve Tutsak Damarlar

Tutsak damarlarında kavrulan teninin kokusunu çektim içime yeni bir nergisi koklar gibi. Hiç işlemeli yarım kürenin dönencelerine ahenkli dokunuşlarla kazıdım adımı. Kirpiklerinin yayını çekip oklarını tenime batırdın gözlerindeki sürmenin edasına yeni bir biçim katarak. Kapı gıcırdatı ve duman da tüttü şehrimizin yarı aykırı kalorifer bacalarından ve dudaklarında gizlenen kırmızı mührü iç çekişlerimle açarken, acaba karnın tok mudur diye elmacık kemiklerini yokladım. 

Sayın pencere saçlarını rüzgarıma uğurluyordu konuk ediyordum gülüyordun. Çıkarıp çeyrek asırlık pınarlarından su ikram ettin kaynak benliğin üzerime titriyordu. Ben gelincik meyvelerimden sana yedirdim taze portakal kabukları ve elma soy ağaçları vardı. Sen dün gibi anımsıyordun yirmi yedi boğumluk parmak izlerimi ve bulutlarımdan yarı baygın dönüşünü. Acaba tekrar gelecek mi diye bakıyordun kapıya arasıra gel postacı gibi elektrik faturasını da unutma. Ben tamam diyip pusulamı yanıma alıyordum inceden bir tarkan şarkısı çalarak: 
“kanıma girince tekinsiz geceyi yırtar çığlıklarım her gece beni karanlıklar sarar…”

2 Aralık 2015 Çarşamba

Yardım Edelim mi Hanım Abla

Mamalak, siyah ceketinin kollarını sıvamış buzzz gibi soğuğa aldırmaksızın sakallarına sürdüğü bin yıllık tutkunun kapağını çevirip belden yukarsını 25 derece eğerek ve de baş parmağıyla burnuna dokunup yarım ama sert bir nefes çekerek elinde poşetlerle öleyazan bu yirmilik ihtiyarın gözlerine yazdı reçeteyi: “Yardım edelim mi hanım abla?”

Kadın, gülmekle şaşırmak arasında 3 saniye gide gele “gitmek ve gelmek” konusunda ne denli mahir olduğunu ima değil aşikar etti. Konuşmak istedi, konuşamadı. Kuşlar da tam bu sırada 3 kanat çırpışta sahile meyletti.

Böylesi “what the fack” durumlara bitirim ayaklar çizen soykamız en ala emirlere amade selamını çakıp inceden ikiledi –ki bu ikileyiş kadının erkeğin arkasından bakma sebebidir ve de bu durumda erkek arkasına dönüp kadını dikizlememelidir- ve gidiyorum gözüm değil arkada, kaçsak da olur buralardan kaçmasak da mısraları eşliğinde Atakent’e seyretti.

Ah bu şarkıların ta mua goyim şarkısıyla mala bağlayan hanım ablamız mamalakın soykalığına değil, soykalığın doğallığına iç çekti. Belki de bu sıradan bir nefes alıp verişten başka bir şey değildi. Neme lazım, kadındı ve biliyordu alıp vermeyi.  

Velhasıl, onlar vurdu biz de vurduk, bazen onlar vurdu biz durduk, bazen biz vurduk onlar ne yaptı bilmiyoruz şiirinden kotarılma bir yazı duvarı süsledi; altına imza olarak “içsek mi” diye soruldu; “cevaben içsek de olur içmesek de” yazıldı ve eklendi: “Yardım edelim mi hanım abla sorusu dünyanın en tebessüm ettirici sorusudur ve cevapsız ama gülücüklü bakışlarla karşılanmak mamalakın mutlu olmasına kafidir.” Ne demiş Cames Bond: Dünya böyle daha güzel, böyle gelmiş böyle gider. Yes, Frankeştayn…