Mamalak, siyah
ceketinin kollarını sıvamış buzzz gibi soğuğa aldırmaksızın sakallarına sürdüğü
bin yıllık tutkunun kapağını çevirip belden yukarsını 25 derece eğerek ve de
baş parmağıyla burnuna dokunup yarım ama sert bir nefes çekerek elinde
poşetlerle öleyazan bu yirmilik ihtiyarın gözlerine yazdı reçeteyi: “Yardım
edelim mi hanım abla?”
Kadın, gülmekle
şaşırmak arasında 3 saniye gide gele “gitmek ve gelmek” konusunda ne denli
mahir olduğunu ima değil aşikar etti. Konuşmak istedi, konuşamadı. Kuşlar da
tam bu sırada 3 kanat çırpışta sahile meyletti.
Böylesi “what
the fack” durumlara bitirim ayaklar çizen soykamız en ala emirlere amade
selamını çakıp inceden ikiledi –ki bu ikileyiş kadının erkeğin arkasından bakma
sebebidir ve de bu durumda erkek arkasına dönüp kadını dikizlememelidir- ve
gidiyorum gözüm değil arkada, kaçsak da olur buralardan kaçmasak da mısraları
eşliğinde Atakent’e seyretti.
Ah bu
şarkıların ta mua goyim şarkısıyla mala bağlayan hanım ablamız mamalakın
soykalığına değil, soykalığın doğallığına iç çekti. Belki de bu sıradan bir
nefes alıp verişten başka bir şey değildi. Neme lazım, kadındı ve biliyordu
alıp vermeyi.
Velhasıl, onlar
vurdu biz de vurduk, bazen onlar vurdu biz durduk, bazen biz vurduk onlar ne
yaptı bilmiyoruz şiirinden kotarılma bir yazı duvarı süsledi; altına imza
olarak “içsek mi” diye soruldu; “cevaben içsek de olur içmesek de” yazıldı ve
eklendi: “Yardım edelim mi hanım abla sorusu dünyanın en tebessüm ettirici
sorusudur ve cevapsız ama gülücüklü bakışlarla karşılanmak mamalakın mutlu
olmasına kafidir.” Ne demiş Cames Bond: Dünya böyle daha güzel, böyle gelmiş
böyle gider. Yes, Frankeştayn…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder