Şeb-i
yeldayı müneccimle muvakkit ne bilür
Mübtela-yı
gama sor kim geceler kaç saat
O kadınlar, antik yunanda fâ i lâ tün
bir deniz
Sarılır elleri ince eldivenlerle
görseniz
Sarışın geceler, eflatun gazeller sulak
camlarda
Biz uyansak da papatyalardan o kadınlar
uyumakta.
Moralılar… Çıkıp belediye hoparlöründen
o kadınlar’ı anlatırdım, ama şehir buna hazır değil. Sevdamızı duysanız aklınız
karışır, beyniniz kanar, anlamazsınız. Siz sadık birer vatandaş olarak iş
yerinize ve okulunuza giderken, o kadınlar ellerine topladıkları papatyaları
masmavi gökyüzünden aşağı atıp kırmızı renkten bir sardunyanın söğütten
sepetten kollarına salkım döşek bir inilti yerleştirirler. Bu size hicazkardan
nihavende geçiş anında bir kesik nağme gibi geliyor olabilir; kim bilir. Antik
Yunan’da Sokrates’in savunmasından öte gidemeyen bu inilti, bugün de kayda
değer doğuşlar meydana getirmeyecektir. Çünkü anlamazsınız. Anlamazsınız ve
anlatamadığımız gerekçesiyle bizi yargılarsınız. Sizlere bütün samimiyetimle o
kadınlar’ı anlatmak isterdim. Ama bunu ne o kadınlar, ne de ben yapacağım…
Şarkılar gökyüzünden hicazkar bir çağrı
El değmemiş limanlarda satılır meyânı
Titrek yudumlar, barok martılar Antik
Yunanda
Biz uyansak da gün ışığından o kadınlar uyumakta.
Moralılar… Sizlere o kadınlar’ı
anlatırken, Spinoza’nın karnı tok sırtı pek determinizminde ve Bergson’un hür
iradeyi köreltilmesinde “ateistler bunu da açıklasın” kıvamında bir başkaldırı
meydana getirebilirdim… Böyle bir sevmek karşısında içinde bulunduğunuz ölü
toprağının ayırdına varıp, kendi bataklığınızda yok olmak için her geçen gün
televizyona daha bağımlı hale gelirdiniz ve sizin için kaçınılmaz son’un
başlangıcının hemen hemen buna tekabül ettiğini televizyondan seyrederdiniz.
Üzgünüm, bu türden çağrının sizin tarafınızdan anlaşılamayacağının farkındayım.
Bunu size anlatmak yerine bir örnekle geçiştirmek istiyorum…
Dinlerdim beyaz gecenin titrek rengini
Telaşlı kuşların doğurduğu böğürtlen
bahçesini
Yalancı çaylar, acı kahveler mehtap
ayazda
Biz uyansak da kahvaltıdan o kadınlar uyumakta.
Moralılar… O kadınlar… Ah o kadınlar…
Hani geceleri mısra döküp şiir okurlar. Sorsanız hiçbir yerde yokturlar.
Bilseniz, gizli nehirlerde çocukturlar. Şehrin ortasında kırılgan yörünge çizerler,
dağınık sokakların korkusuna gergef dikerler. Moralılar… Şeb-i yelda’yı bilir
misiniz? Hani en uzun gecesidir yılın. Sizler onun 21 Aralık olduğunu iddia
edersiniz. Ben size, o gecenin o kadınlar’ın yanında yaşandığını anlatsam, anlamazsınız.
İnkar edersiniz ve beni yargılarsınız. Ama doğrudur söylediklerim. İspatım da
var üstelik. Hayır, böyle bir sevmek daima masallardadır. Ve biz o masallardaki
pembe incili kaftanlarız. O kadınlar, sizin o çok değer verdiğiniz
yargılarınızın üzerine kaftanlarını serip otururlar. Duysanız, ne güzeldir
sesleri… Bilseniz inceciktir yürekleri…
Akan camlardan çıkarıp ruhunu
Kurutur güneşte ıslak gururunu
El yazması kitaplar, gümüş bakraçlar o
sokakta
Biz uyansak da gün ışığından o kadınlar
uyumakta.
Moralılar… Sözlerim nihavend desenli
kaba sofu yaftası gelebilir. O kadınlar’ı alışkın gözler ve kudurmuş dillerden
sakındırmak, yeşil göğün yeşil ağaçlara ballandıra ballandıra anlattığı
vazifemdir. Bunu, konformist bir uysallıkla değil, isyankar bir ahlakla da
değil; bunu yalnız ama yalnız ‘İ harfinden bir adam’ gibi yapacağım. O
kadınlar’ın ağızları misk, elleri sabun köpüğü… Göz sürerek ya da kulak
kabartarak kirletmeyiniz. Bırakın bu dünyanın düzeninde bir yerimiz olmasa da
kendi düzenimizde sessiz sedasız yaşayalım. Amazonlar, Avustralya çölleri ya da
Roma’nın tenha köşeleri… Neresi olursa olsun, sizden uzakta birkaç nefes daha
alalım…
Bir nefes bir gülüş alır aklını goncanın
Sanılır yaprağı düşer rüzgardan bir
ağacın
Soğuk eller, saydam bakışlar o kadınlar’da
Biz unutsak da geceleri mehtap
hatırlatmakta.
Moralılar… Geceler ve sabahlar, ayrı geçirdiğimiz her
an için bizden özür bekliyor. Yollar, bizi bize kavuşturmak için kuruluyor
sanki. Ellerimiz böğürtlen mevsimlerine amade gelincik. Şimdi romantik, şimdi
duygusal şeyler de yazabilirdim. Anlamazsınız. Bunu Sokrates’in -ki Sokrates
kendini savunmuştur- ya da Kamü’nün -ki Kamü kendini savunmamıştır- savunmasına
benzer bir duruş olarak kabul edin. Yani savunsam ne, savunmasam ne. Anlatsam
ne anlatmasam ne. Sevdik, ne iştir bilmeden sevmeyi. Belki yağmur yağar da
sesimiz duyulur diye; belki olur ya insan olmak nasip olur diye; ya da belki
olası bir batakhanede adımız sohbet içinde bir defa geçer, oturur bir köşeye
ağlarız, -hani ağlamayız da, hiçbir şey yapamazsak, bize yapacak şey
bırakmamışlarsa mesela- birbirimizin başına omzumuzu dayarız, geçer dimi deriz,
bu da geliriz bu da geçeriz diye; hani son defa bakışırken el sallarız, şimşek
çakarız, yağmur olur ansızın yağarız, hani güneş olur üstümüzü kuruturuz, hani
martılar falan… hiçbir şey yapamazsak oturur sessizce karışık meyve nektarı
içeriz diye… size o kadınlar’ı… yani bunların hiçbirini anlatacak değilim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder