5 Şubat 2017 Pazar

O Kadınlar: Böyle Bir Sevmek Görülmemiştir


Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilür
Mübtela-yı gama sor kim geceler kaç saat

O kadınlar, antik yunanda fâ i lâ tün bir deniz
Sarılır elleri ince eldivenlerle görseniz
Sarışın geceler, eflatun gazeller sulak camlarda
Biz uyansak da papatyalardan o kadınlar uyumakta.

Moralılar… Çıkıp belediye hoparlöründen o kadınlar’ı anlatırdım, ama şehir buna hazır değil. Sevdamızı duysanız aklınız karışır, beyniniz kanar, anlamazsınız. Siz sadık birer vatandaş olarak iş yerinize ve okulunuza giderken, o kadınlar ellerine topladıkları papatyaları masmavi gökyüzünden aşağı atıp kırmızı renkten bir sardunyanın söğütten sepetten kollarına salkım döşek bir inilti yerleştirirler. Bu size hicazkardan nihavende geçiş anında bir kesik nağme gibi geliyor olabilir; kim bilir. Antik Yunan’da Sokrates’in savunmasından öte gidemeyen bu inilti, bugün de kayda değer doğuşlar meydana getirmeyecektir. Çünkü anlamazsınız. Anlamazsınız ve anlatamadığımız gerekçesiyle bizi yargılarsınız. Sizlere bütün samimiyetimle o kadınlar’ı anlatmak isterdim. Ama bunu ne o kadınlar, ne de ben yapacağım…

Şarkılar gökyüzünden hicazkar bir çağrı
El değmemiş limanlarda satılır meyânı
Titrek yudumlar, barok martılar Antik Yunanda
Biz uyansak da gün ışığından o kadınlar uyumakta.

Moralılar… Sizlere o kadınlar’ı anlatırken, Spinoza’nın karnı tok sırtı pek determinizminde ve Bergson’un hür iradeyi köreltilmesinde “ateistler bunu da açıklasın” kıvamında bir başkaldırı meydana getirebilirdim… Böyle bir sevmek karşısında içinde bulunduğunuz ölü toprağının ayırdına varıp, kendi bataklığınızda yok olmak için her geçen gün televizyona daha bağımlı hale gelirdiniz ve sizin için kaçınılmaz son’un başlangıcının hemen hemen buna tekabül ettiğini televizyondan seyrederdiniz. Üzgünüm, bu türden çağrının sizin tarafınızdan anlaşılamayacağının farkındayım. Bunu size anlatmak yerine bir örnekle geçiştirmek istiyorum…

Dinlerdim beyaz gecenin titrek rengini
Telaşlı kuşların doğurduğu böğürtlen bahçesini
Yalancı çaylar, acı kahveler mehtap ayazda
Biz uyansak da kahvaltıdan o kadınlar uyumakta.

Moralılar… O kadınlar… Ah o kadınlar… Hani geceleri mısra döküp şiir okurlar. Sorsanız hiçbir yerde yokturlar. Bilseniz, gizli nehirlerde çocukturlar. Şehrin ortasında kırılgan yörünge çizerler, dağınık sokakların korkusuna gergef dikerler. Moralılar… Şeb-i yelda’yı bilir misiniz? Hani en uzun gecesidir yılın. Sizler onun 21 Aralık olduğunu iddia edersiniz. Ben size, o gecenin o kadınlar’ın yanında yaşandığını anlatsam, anlamazsınız. İnkar edersiniz ve beni yargılarsınız. Ama doğrudur söylediklerim. İspatım da var üstelik. Hayır, böyle bir sevmek daima masallardadır. Ve biz o masallardaki pembe incili kaftanlarız. O kadınlar, sizin o çok değer verdiğiniz yargılarınızın üzerine kaftanlarını serip otururlar. Duysanız, ne güzeldir sesleri… Bilseniz inceciktir yürekleri…

Akan camlardan çıkarıp ruhunu
Kurutur güneşte ıslak gururunu
El yazması kitaplar, gümüş bakraçlar o sokakta
Biz uyansak da gün ışığından o kadınlar uyumakta.

Moralılar… Sözlerim nihavend desenli kaba sofu yaftası gelebilir. O kadınlar’ı alışkın gözler ve kudurmuş dillerden sakındırmak, yeşil göğün yeşil ağaçlara ballandıra ballandıra anlattığı vazifemdir. Bunu, konformist bir uysallıkla değil, isyankar bir ahlakla da değil; bunu yalnız ama yalnız ‘İ harfinden bir adam’ gibi yapacağım. O kadınlar’ın ağızları misk, elleri sabun köpüğü… Göz sürerek ya da kulak kabartarak kirletmeyiniz. Bırakın bu dünyanın düzeninde bir yerimiz olmasa da kendi düzenimizde sessiz sedasız yaşayalım. Amazonlar, Avustralya çölleri ya da Roma’nın tenha köşeleri… Neresi olursa olsun, sizden uzakta birkaç nefes daha alalım…

Bir nefes bir gülüş alır aklını goncanın
Sanılır yaprağı düşer rüzgardan bir ağacın
Soğuk eller, saydam bakışlar o kadınlar’da
Biz unutsak da geceleri mehtap hatırlatmakta.

Moralılar… Geceler ve sabahlar, ayrı geçirdiğimiz her an için bizden özür bekliyor. Yollar, bizi bize kavuşturmak için kuruluyor sanki. Ellerimiz böğürtlen mevsimlerine amade gelincik. Şimdi romantik, şimdi duygusal şeyler de yazabilirdim. Anlamazsınız. Bunu Sokrates’in -ki Sokrates kendini savunmuştur- ya da Kamü’nün -ki Kamü kendini savunmamıştır- savunmasına benzer bir duruş olarak kabul edin. Yani savunsam ne, savunmasam ne. Anlatsam ne anlatmasam ne. Sevdik, ne iştir bilmeden sevmeyi. Belki yağmur yağar da sesimiz duyulur diye; belki olur ya insan olmak nasip olur diye; ya da belki olası bir batakhanede adımız sohbet içinde bir defa geçer, oturur bir köşeye ağlarız, -hani ağlamayız da, hiçbir şey yapamazsak, bize yapacak şey bırakmamışlarsa mesela- birbirimizin başına omzumuzu dayarız, geçer dimi deriz, bu da geliriz bu da geçeriz diye; hani son defa bakışırken el sallarız, şimşek çakarız, yağmur olur ansızın yağarız, hani güneş olur üstümüzü kuruturuz, hani martılar falan… hiçbir şey yapamazsak oturur sessizce karışık meyve nektarı içeriz diye… size o kadınlar’ı… yani bunların hiçbirini anlatacak değilim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder