dünyanın ağır misafiriyim
heyecanla telaşla beklenen
gidişim bir hafiflik verecek
eşya eski yerine dönecek
en rahat koltuğa annem
bırakıverecek kendini biliyorum
31 Ekim 2014 Cuma
26 Ekim 2014 Pazar
Tam Çocuk Olmayı Öğrenmiştim, Beni Okula Gönderdiler...
Trt’nin kıvırcık saçlı ihtiyar ressamı
“daha önce hiç resim yapmamış olsanız bile, bu resmin aynısından siz de
yapabilirsiniz” diyor. Sonra 5 santimlik fırçasına ya da ince kıyım
ıspatulasına keçiboynuzu siyahı ve parlak kırmızı katıp uzaklarda neden
gülümsediği belli olmayan mutlu bir çam ağacı çiziyor. Çünkü ben başka şehirlere
hiç gitmedim, hiç tanımadım seni o şehirlerde. Hiç olmadı o kıtalarda yazılan
mısralarım. Yalnız zamanların ruhuna katmadım benliğimi eski şairlik
günlerimde.
Ben ne vakit adam olsam, bir çocuğu
sobelerken bulurum kendimi. Döner dururum dönme dolaplarda beyaz iklimlerde.
Gökkuşağı cebimizde bir çocuk gibi masum kalır. Alır büyütürüm olmadık
çamurları olmadık şekillerde. Tahta evlerin sarkacında tanırım yoksulluk
günlerimin sığınağını. Ve unuturum gençlikten kalma yaraların kalbime işlediği
isyancıl susmaları. Bilsen, ne güzeldir evraklarım, dilekçelerim, şiirlerim. Şeklini
dört yılda bir değiştiren sigara izmaritlerim. Beşinci sınıfın sıra dayakları, sıradan
haksızlıklar olur oturur yüreğime. “Ben pilot olucam ürtmenim” derim, sırf sıra
arkadaşım “pilot olucam ürtmenim” dedi diye…
Gazetelerin spor sayfasından başlattılar
okumaya bizi. Küçüktük, daha tanışmamıştık hangi cesedin toprağın kaç metre
altında bulunduğuyla. Ne diye iç çekerdi ikinci sayfayı açıp kasap Hayri ve
neden posta bizde gazete adından ibaretti, bilmezdik. Bir ara sağanak olduk,
başkalarının deryalarında kendimizi boğduk, o kadar. Şimdi tut desem elimi
tutmazsın bilirim. Gel desem, okyanus ötesindedir evin. Ve hep taze badem
kabuğu gibi sessiz kalacaktır gözlerin.
Ben suyun kaldırma kuvveti diye bir
şeyin varlığını Ege’de öğrendim bilir misin. Deniz denen şeyin tuzlu olduğunu,
korkulacak hiçbir şey olmadığını, Akyakada, son gülenin iyi güldüğü sıralarda
öğrendim. Fena halde akademik muzdaripliktir ergenliğim bu yüzden. Ne denir,
Karadenizli yazılmış alnımıza. Bütün denizler mavi ne de olsa, bizimkisi kara.
Ne vardı şimdi seninle lisede sıra
arkadaşı olsak. Ben silgimi düşürsem yere, çaktırmadan eğilsem, gözlerin olası
bir kayma ihtimaline karşı gözlerimde kalsa. Ben çatsam kaşlarımı, sana kızmak
için değil, daha çekici gözükürüm umuduyla, bir çizgi olsun diye işte. Bizim
abilerimiz çatık kaşlı dolaşırdı dördüncü katın koridorlarında. Ve ceketleri
omuzlarında bir siyanür gibi gezerlerdi, bir alt devrenin magazin sınıflarında.
Belki de bu yüzdendi yanımızdakini koruma içgüdüsü. Elden değil, içten gelirdi.
Böyle görmüş olamaz mıyız gördüğümüzün farkında olmadan. İnsan, yaşayarak
öğrenir değil miydi hocam.
Hem belki sıkılgan bir yapımız olurdu
yolumuz denize yakın muhitlere düşmese. Biz Temmuzu beklerdik, mahalleli
Haziran dedin mi denizde. Ağustos 15’i bir gün geçirmezdi yağmur. Sonrası denizanalarının
değdi mi yakan, değdi mi acıtan hatıra defterlerinde. “Bundan 10 yıl sonra
çalsam kapını, alır mısın beni içeri” ile başlayan, “ayrılmak yok değil mi” ile
biten, kibriti umut fakiri bir sigara içimlik anı işte. Tüttür tüttürebildiğin
kadar, bu türkü uzun, yardım et dilim.
İşte böyle vazgeçtim çocuk olmaktan. A'nın
A, Z'nin de Z olduğunu öğrendiğim sıralar, bir öğretmenin kırmızı ojesinde
sezdim, çocuklara çocuk gibi davranılmadığını. Ve çocukluğun yanılsamadan
ibaret olduğunu gördüm, ilkokul dördüncü sınıfta, fen bilgisi dersinin fiziki haritalarında,
matematikten kısa, beden eğitiminden
uzun süren bir coğrafya dersinde, yalancı bir öğretmenin, Türkiye'nin
sınırlarını çizdiği esnada... Kurşunla adam öldürmek cinayetlerin en masum
şekliymiş meğer. Siz bir de, bir eğitimci tarafından katledilen çocukları
düşünün, Abiler!
İşte böyle karar verdim adam olmaya.
Başka şansım var mıydı hatırlamıyorum. Ama dedim ya, ne zaman adam olsam, bir
çocuğu sobelerken bulurum kendimi. İlk sobelenen ebedir derim, önüm arkam sağım
solum darmadağın bilirim. İnsan, yaşayarak öğrenir değil miydi hocam. Ve taze
badem kabuğu gibi solgun kalacak hayalin. Ansızın gelmesen aklıma, hiç aklımdan
çıkmazdın, bilirim.
Sonra o gülüşün gelir aklıma, gel de
seni sevme derim…
18 Ekim 2014 Cumartesi
Çek Bir Fırt! İçinde Yüzyılların Yorgunluğu Var Bunun!
Gece billur gibi
açmış gözlerini ve hercai aşklardan bir çelenk gibi okuyor elindeki son
kahvenin çekirdeklerinin hangi ülkeden ihraç edildiğini ve utanmadan soruyor
bir de: “sence Mars’ta hayat var mıdır?”
Hey yavrum hey
diye bir ses patlıyor damarlarımdan ve yepyeni Çingenelerin soluk borusundan içeri
ciğer miktarınca süzülüyor şahmeran kıvamlı bir gülücük: Toplumumuza ayna
olmaya ramak kala sisleri dağıtın ve boşluklarınızda bir sigara içimlik nefes
bırakın. Ya da yapmayın, yapılamayası bunca destursuz bitirim ayaklarımızı bir
çırpıda silip atan bre gafillere armağanımız olsun.
Kim demiş
baharda akasyalar açar mı sorusunun cevabının bir sonraki ayaklanmada bulunacağını
ya da kim demiş başına kırmızı geçirmiş kızın allı pullu entarisinin cinsel çağrışımlı
egzotik yorumlamalara gebe olduğunu ve de Madam Bilengo’nun sırf erkeksizlikten
‘ağacın kütüğünden yaşının hesaplanabilirliği’ gibi (bkz: Mora, Sen Bir Yarımada Değilsin, mamalaksoyka, yayınlanmamış roman) alın çizgileriyle ne kadar
yıllandığının belirlenebileceğini, hı?
Ayrıca, her
masalda bir taraflarını duvara sürtmeyi marifet belleyen (bkz: Peki ya Sen
Süpermen, Betmen Olmayı Düşündün mü Hiç?) hizmetçi yosması Sindirella’nın iki parça
dekolteye saraylarda satılıp bir ayakkabı pahasına geri dönüşüm kutusuna bırakılmasının
ne türden arketiplere bürünerek geleceğimizin yegane yıkıcısı çocuklarımızın
bilinçaltında derin hasarlar oluşturduğu -ki ülkeyi yönetecek adam, sevdiği
kadını gözlerinden tanıyamayacak kadar geri zekalı değil midir?- bahsine hiç mi
hiç girmiyorum, girmek de istemiyorum.
Ve lakin ya da ve
fekat, belirtmeliyim ki, cinsellik seddini ince kıvrımlarla aşan ya da aşmaya
ramak kalan dünya insanının son derece elzem ihtiyaçlarını karşılayamayan
kitapların akıllara getirdiği ilk cümledekine (bkz: ilk cümle) benzer soruların
sorulamayası çağlarda dahi nesli bertaraf edici bir yanı vardır, olmuştur,
olacaktır.
Ve de bütün
bunların mevzuumuzla ne ilgisi vardır? İlk bakışta sezilemeyen bu bahsin son
cümlesi, hemen her yazıda olduğu gibi ilk cümlenin devamı niteliğindedir: Olsa
da kodum, olmasa da…
16 Ekim 2014 Perşembe
Hadi Çıkıp Savaşalım Yel Değirmenleriyle Ve Durup Önlerinde Diyelim Ki: Bakın! Bakmıyorsunuz!
Eylül’ü akıtmış gözlerinden, kulağında
uçurtma tutan tren sesleri, söze nasıl gireceğim bilmem, ama kasımla
bitireceğim heceleri. Gündüzleri uysal, geceleri asi, saklambaçta sobeler en
güldüğü kediyi…
Hiç hesapta yokken bir sonraya,
yelkovanlar akrep… gibi savrulsak dümenden, göçmen düşler geri dönse! Yani sen,
yani ben, kim kalkacak yerinden?
Hadi çıkıp savaşalım değirmenlerle… Bu
sokakların yabancısıyım ben. Şu caddenin başında… bir ohhh da biz fırlatalım
manzaraya. Sonra oturup şu iskemleye sen, yanındakine ben, ayıp olur mu kalksak
hemen…
Duvarları öpmek en büyük eğlencesi.
Tırtıl konar, dudağını hisseder, kelebeğe dönüşür diye silmez ayak izlerini…
Bir saniye önce sahibi anıların, anılar onun sahibi şimdi…
Hani sen, yani ben, insanlara karşı. Bir
ekmek kırıntısı fırlatıp yere düşürsek ya zamanı. Sararsa sevgimiz gece
güneşinden. Yaprak resimleri, toprak fotoğrafları ve yel değirmenleri… Bulur o
eski şarkılar gibi sonra bizi…
Son okuduğu kitap bir damla “huzur”. Nil Karaibrahimgil “aşk bu mudur”. Bu çay hiç soğumaz mı? Hiç yağmur dolunaydan boşalmaz
mı? Acaba sorsam bilir mi? Yeşilırmakın suyu içilir mi?
Altı kıta, üstü yarım küredir
gençliğimin… Annabel Lee, Brise Marine ve mavi Helen... Ve cılız şarkılarıyla
primadonna… Tutar ellerimden yarısı gecenin, salar ellerimi diğer yarısı. Böyle
başlar izdüşümü tasvirlerimin:
Gözleri demli Beşiktaş iskelesi, en
sevdiği şarkı kemençe sesi, rüyalarıma girmiyorsun ama, düşlerim hala senin
gibi… Cemal Süreya olsa pat diye söylerdi: Keşke
yalnız bunun için sevseydim seni…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)