16 Kasım 2019 Cumartesi

Kadife


Ah bu rastıkların hiçbir anlamı yok
Lale sümbül gibi sürülmüş ele
Sevdiğim
Sürme değil keder çekmiş gözüne.

Ah ben sevmek bir daha karı
Ah ben düşüp kalkmak çamurlara
Sevdiğim
Siyah gömleğimi omo matikle yıkamakta.

Adını yağmura söylesem
Şimşeklerim sel olur gider
Seni toprağa diksem
Sulamak bana düşer.

Madem sensiz olmuyor
Senle ben
En derinden
İnceden…

1 Kasım 2019 Cuma

Belki de Anonim Diye Bir Şair Vardır ve Bütün O Anonim Şiirleri O Yazmıştır


Lâ-edrî diye bir şair olduğunu zannedenlere…
Ve cehaletin hayalperest bilgeliğine…

Bir gün bir Osmanlı padişahı “ayrılık” temalı bir şiir yarışması düzenlemiş. Memleketin bütün şairleri yarışmaya katılmış. Biri hariç… Dönemin en meşhur şairi “Anonim” yarışmaya katılmamış. Padişah, “kambersiz düğün olmaz” hesabı “arayın gelsin, Anonim’siz yarışma tertib edilebilemez” demiş. Çıkmışlar aramışlar. Bugünkü gibi değil… O zamanlar telefon yok. Sokak sokak, kapı kapı aramışlar, bulmuşlar. Halbuki “anonim” evdeymiş. Padişah “arayın bulun” dediği için, ‘aramak emri’ni yerine getirmek için gereksiz dolaşmışlar. Neyse… Çıkarmışlar padişahın huzuruna şair Anonim’i… Padişah buyurmuş:
            “Niçin yarışmaya katılmadın ey Anonim?”
            “Katılmam gerektiğini bilmiyordum Padişahım.”
            “Sensiz olmaz… ‘Ayrılık’ temalı bir şiir yazıp sen de yarışmaya katılacaksın.”
            Şair Anonim bir müddet düşünmüş ve demiş ki:
            “Padişahım, ben bu yarışmaya katılır, bu şiiri yazarım. Fakat bana bir villa, on iki hizmetçi ve beş yıl lazım.”
            Padişah biraz düşünmüş ve “olur” demiş.
            Anonim adlı şaire hemen bir villa, on iki hizmetçi ve beş yıl tahsis edilmiş. Anonim villasında hizmetçilerle zevk ü sefa içinde beş yıl yaşamış. Padişah, şair ayağına gelir, şiiri huzurda okur diye düşündüyse de Anonim rahatını bozup gitmemiş. Padişah ‘sanatçı kaprisidir, idare etmek lazım’ diyerek kendi gitmiş Anonim’in villasına.
            “Ey Anonim” demiş, “şiirim nerede?”
            Anonim bir miktar Padişaha dönüp bakmış ve demiş ki:
            “Padişahım yazarım yazmasına da bana beş yıl daha lazım.”
            Padişah “beş yıl bekledik, bi beş yıl daha bekleriz, hem saltanatımın on yılını garantiye almış olurum” diye düşünüp “tamam” demiş, “sana beş yıl daha”…
            İkinci beş yıl daha geçmiş ve padişah aynı sebeplerden ötürü kendi çıkıp gitmiş “Anonim”in villasına. Bir de ne görsün? Bizim Anonim, uzatmış bacaklarını şezlonga, bir elinde taze sıkılmış portakal suyu, diğerinde türlü meyvelerden rengarenk yiyecekler, hizmetçiler başında, zevk ü sefa ediyor. Padişah “tez vurun kellesini” diyecekmiş ki merakı galebe çalmış ve sormadan edememiş:
            “Noldu bizim şiir? Yazdın mı Anonim?”
            Anonim, uzandığı yerden tek kaşını kaldırıp padişaha bakmış, portakal suyundan bir yudum almış ve demiş ki:
            “Yav, neydi şu senin istediğin şiirin teması?”
     Padişah köpürmüş, sinirden kıpkırmızı olmuş. Tam “ula deyyus, daha şiirin temasını hatırlamazsın, ne diye on yıldır bu villadasın” diyecekmiş ki merakı gene galebe çalmış ve sinirini gizleyerek söylemiş temayı:
            “Ayrılık.”
            Anonim adlı şair, bir kez daha tek kaşını kaldırmış ve demiş ki:
            “Bana bir kalem bir de kağıt getirin.”
            Hizmetçiler hemen koşup bir kağıt ve bir kalem getirmişler ve Anonim’in eline vermişler.
            Anonim, kağıdı kalemi almış ve tek dokunuşla iki mısra yazmış:
Ölüm Allah’ın emri de
Şu ayrılık olmasaydı…
            Padişah şiiri okuyunca hayran olmuş. “Yahu” demiş, “bu nasıl bir şiir, bu nasıl bir söz. Dile benden ne dilersen. İste sana Hint ülkesinden miskler getireyim. İste ceylan derisinden potinler diktireyim. Söyle ne istersin, ne mükâfat istersen vereyim” demiş.
            Şair, portakal suyundan son yudumunu almış, uzandığı yerden kalkmış, röpteşambırını çıkarıp hırkasını giymiş, pabucunu ayağına takmış, villadan çıkmak niyetiyle kapıya doğru yönelecekken demiş ki:
            “Ben mükâfatımı on yıl önce aldım Padişahım. Bundan sonra size uğurlar olsun.”
                                                                       -Bitti-

16 Eylül 2019 Pazartesi

Matmazel Sardunyanın Çığlığı

Kemanını çıkardı. Okunu, yayını. Her şeyi bir şey etti. Önüne serdi baharı. Arkasına dönüp bir yer beğendi. Beyaz evleriyle bir şehri. Lokumları, menevşeleri, nergisleri. Her şeyi döndürdü bir şeye. Sabahı selamladı. Rüzgarı uçurdu. Ardına düşürdü camları. Kırık bir sesle akıp gitti gitarından. Arabesk bir Akdeniz akşamları. Her şeyi bir şey etti. Tarihe düşürmek lazım dedi bunları. Alıp günlüğüne yazdı. Alıp günlüğe yazarken de, camları ardına düşürürken de, her şeyi bir şey ederken de ramaklığını bir yana bırakmadı. Sonra uyandı, çiçeklerini suladı.

13 Eylül 2019 Cuma

Senin Yürüdüğün Yollarda


Senin geçtiğin yollarda şimdi papatyalar biter. Yıldızlar yeşerir avuçlarının içinden. Ayakların bütün sahillerde muzaffer. Mavi seninle mavi, deniz seninle güzel.

Martıların dilinde dolanan nağmeler, ince ritimli şarkılar hepsi seninle hayat bulmuş. Deniz sen yürürken celallenmiş, bülbül sen gülerken vurulmuş gözlerinde kırmızı laleler beliren güle. Bir şiir oldum olası sen kokmuş. Bir şehir oldum olası sen.

Senin yürüdüğün yollarda, yürüyen bir tek sen değilsin. Deniz seninle yürüyor, çiçekler seninle büyüyor. Dünya seninle dönüyor. Hayat bütün eksiklerini seninle tamamlıyor. Kimin bir kusuru varsa seninle telafi ediyor. İstediğin notadan başlıyor şarkılar; ince lâ’dan dolunaya yükselen rüzgâr senin için esiyor.

Biz şimdi bütün bir âlem pervane gibi senin etrafında dönmekteyiz. Dur dediğin yerden başlamak suretiyle yeni suretlere bürünmekteyiz. Gece geçtiğin yollarda çınar yaprakları biziz. Gündüz yürürken terlemen bizim yüzümüzden. Sana daha ılık bir nakarat söyleyemediğimizden mesela. Mesela daha içli besteleyemediğimizden “gözlerinin rengine karanfil sürsem” şarkısını…

Şimdi kaç kişi olursan gel. İster yalnız gel, ister kalabalık bir orduyla. Biz her zaman bıraktığın yerdeyiz. Biz; çiçekler, martılar, deniz, derya, börtü böcek, dolunay, kumsal, incir, zeytin, tuz, şeker… Hala bıraktığın yerdeyiz. Hala tam arkanda… Bir bakışın yeter dünyanın bizim olmasına…


19 Temmuz 2019 Cuma

Yav HE HE


Melokostantronik bir hiç yıkım sessizlik aşinası gözlerin buğusunda üç damla höpürtülü seslerle konan göktaşının analojik perspektifi… Sağdan girer: “hey ya mola, where are your poetic sclawbouler parpmatic?” Soldan çıkar: “Ebentriptic yıkılamorjist nevalangelist kıprışımların ta gözüneko.”
Sazınıza merhem damlatsam geçer mi kalp kırıklarınız hey soyka?
Gitarıma tel söktüm peşin söyle benden ne garip bir abluka?
Hadi gel seninle şehri gezelim. Bu evleri bu evleri bu evleri de atlamayıp tek tek seçelim. Aha burası da bizim bahçemiz olsun. Ne de güzel eser akşamüstleri.
Kor yanar canar gibi boğumluk saykolar titreşimli kalıntılar Helenistik. Alıp gitmelik sevip gitmelik hep gitmelik.
Şarkınıza şiir okusam bari benim kirpiklerim ıslansın hey soyka?
Oku da adam ol bari baban gibi eşek olma.

12 Temmuz 2019 Cuma

Yakışımsız Bir Deli Kuçuk

GİDİYORUM BU DENEMELERİ:
Gidiyorum bu
Zamansız ahların cesetlerini bir çırpıda silebilir. Tam eşikten geçecekken yakalar hayat. Size su içmek gibi gelecek ama her hayat ölüme meyleder. Her türden akrep bulunur. Boğumlu boğumsuz. Kloroplas, anti tartar. 

Gidiyorum bu
Şimdi zamanı gözlerine durdurabilir. Amerikan dazlaklarının neonazistik fonksiyonel kurmacaları kurcalamaları gibi tekerlekimsi bir popkek tadı bırakabilir. Yaşamak, ölmenin bir önceki evresidir.

YEMEK TARİFLERİ:
Hoşçakal türlüsü:
Bir tutam acı, bir tutam kereviz. Elde avuçta ne varsa nergis. Yalı çapkını, fısıltı otu, kurbağalar. 

Tünele girmeden önce dinlenecek şarkılar ve bestekarları:
Tutalım böğürtleni türlü kırbaçlarla: türkücünün teki.
Görsem ışığını: şarkıcının biri
Mecidiye’den atla gel (at, atlamak değil): bilinmiyor. Yani anonim.

Gereksiz bilgiler sütunu:
Dünyanın düz olduğunu savunanlar var. Delilleri sağlam. Bakılacak. Bakıldı. Sıkıntı yok. Ayfon “sıkıntı yok” ifadesini “döküntü YÖK” diye çeviriyor. Hakaretimsi bir başkaldırı. Akılsız telefonun icadı: bakılacak. Bakılmadı.

Selahattin abinin günlüğü:
“Sevgili günlük, bugün de yazacak bir şeyim yok.”

Elleri dolunay kokan şiir:

Gittim gidilesi yollardan 
Timsahlar tanıdılar beni
Zamansız tüten ağaçlar
Kafiyemden vurdular beni.
(Osmanlı Türkçesi’ne göre tam kafiye+redif)

Şimdi ben bir cigara içsem
Aklıma 700 lira borcum gelir
Öldürmez süründürmez ama
Dumanı ciğerime ağır gelir
(Osmanlı Türkçesi’ne göre de Türkiye Türkçesine göre de kafiye yok.)

Madem ki dünyanın gözünden düştüm, bütün duyumsamalarım bana iğrenç gelir. Haysiyetine oynanan kumarlarda, piyonla şaha kaç diyesim, şaraba bandırılan saçları ricoys marka şampuanla yıkayıp çıkasım gelir. Nihat borcunu belki siler. 
(Kafiyeye dair bir açıklama yapmamak için satır başı yapmadım.)

Uzun parlement içenlerin bakkal repliği:
“Uzun parlementim kalmamış, kısa versem.”
“Klasıma dokunmaz”
Türkçeye göre dokunur denmelidir. Olumlu fiil olumsuz anlama götürür. Neyse ki Türkçe bilen yok. 

1741 tarihli bir yazmadan alıntı
“Gel iki pes atak. Çakiim saaa.”

Bugünden alıntı
“Karanlıkta martılar, şehrin ışıklarının yansımasıyla daha bir güzel oluyorlar. Halbuki çok da şey yapmam.”

Yakışımsız marina:
Sana öğretilen bütün martavalları geç, hayatına yön veren türedi yalanlardan kurtul, 18 yaşından sağa dön, solda çileğe bandırılmış çocukluğunu göreceksin. Onu biraz sev. İnsan zamanı geri alamıyor. Dümdüz ilerle 50-60 yıl kadar yürü. Yol ikiye ayrılacak. Sen ne sağdan gideceksin ne soldan. Tam ortada aradığın yer. Apartmanın ismi: yakışımsız marina. Yatıya kalabilirsin.

Perdenin kapanışı sonrasında alkış seslerini susturan şiir:
Sonra titrek çocuk açtı camı aldı sokaktaki çingeneyi
Doldu bir yanağı tebessüm öbür yanağında gamzeler
Elinde nergis vardı güler yüzlü bakımlıydı güldüler
Gözleri pınar ve volkandı tükenmez bir dolunaydı güldüler

1 Mayıs 2019 Çarşamba

Bana Açık Alanlar Sun Hocam! Metaforlarım imgeleme dönüşsün

Tez antitez sentez
“En iyi tez bitmiş tez”
“Altı ayda yazar herkes”
Benimki niye bitmiyor?

Epistemolojik yanılgılarım ruhum tarihsel boşluk
Ontolojim bozuk fütürist mistik
Bozdum galiba pardon kafa gidik.

Ah bu kelimeler bir arada bir anlam teşkil etmiyor
Her cümlem yanlışlanıyor bütünlük hiç arz etmiyor
Bibliyografyatik dipnotlar endnotlar son notlar
Pesimist mefhum freudyen medyum  hiçbiri beni anlamıyor

Bu kavrama şimdi yapısalcı mı yaklaşsam marksist mi ya da yapıbozumsal
Postyapısal ya da dostyapısal 
bütün bunlar çok büyük sorunsal

Ama birinci bölümüm benim 10 sayfa 
İkinci 80 üçüncü 40 dördüncüyü hiç sorma
Girişim zordur yatırım menkul taksitlerim pek fazla
Sen bana tek açıdan bak “öteki”ni hiç sorma 

Bu teori denen şey de ne menem şey 
Kurumsal ve de kuramsal
Masalsal ne de yasalsal
Mikalenjelosal bir dünya

Tez antitez sentez
Bu kadarına da gari pes
Bedenim “tez” der ruhum “pes”

Tottenham şampiyonluğa koşuyor.

16 Nisan 2019 Salı

Evvelden de Böyleydik Senlen!

Beni sürecekseniz sürün
Çünkü küsmedim insanlara
Ülkemi, derdimi, tasamı yanıma alıp aşkın öldüğü bir çağda aşk şiirleri yazıyorum. Kimse kimseye kalleşlik etmiyor, kimse kimsenin ardından kinlenmiyor. Temiz, tertemiz bir sevdaya karışıyor ruhumuz. Elinde kağıt kalem şiir yazıyor herkes:
“Ben sevdamı gökte bulmuşum 
Ölsem uçarım, düşecek yerim yok” diyor biri,
“Bana şiir getir gittiğin yerlerden” diye karşılık veriyor diğeri.

Beni sürecekseniz sürün. Madem böyle bir dünyaya doğmuşum, süreceğiniz hiçbir yer memleketimden uzak değil. İster dağ başı, ister taş duvar. Ben şairlerle dost olmuşum. Bu, ölümsüzlüğü tatmış olmam anlamına gelir. 

Vuracağınız hiçbir darbe sarsmaz beni. Bedenimden sıyrılmışım ben, dört nala bir at çiftesi ruhu etkiler mi? 

Gözlerin geliyor sonra birden
Şafak kırmızı açıyor gökte.
Kafiyem oluyorsun ne güzel. Redifim, teşbihim, aksim, helalim. Adınla başlıyorum şiire:
Sen, adına aşk dediğim kadın, 
Şiir getir gittiğin yerlerden.

13 Nisan 2019 Cumartesi

Tarifeli Aşklar Tarifsiz Sevdalar

Tut ki elim üşüdü, sana martılardan çiçekler dermiş gelmişim. Sabaha kaç kişi kaldık şuracıkta. Tut ki günlerden çarşamba, bahara meylediyor martılar da.

İçimde garip bir Haziran. Seni ilk kez görmenin akşamında, hüzünler güpegündüz dağılıyor. Mis kokusu bırakıyor damağımda.

Hadi bir şiir seç penceremden. Tüm güzelliklerin ortasında, sana şarkı yazmanın hazzıyla, girdabında büyüsün gazellerim.

Ben sokağın başını bulamayan adamım. Tut elimden çıkar beni saçlarına.


10 Mart 2019 Pazar

Bir Garip Hicaz

Meğer ötede bir yere koymuşlar mutluluğu. Gidiyorum, gidiyorum hep ötede bir yerde kalıyor. Çok sevdiğim çam ağaçlarını da ayırmışlar benden. Kokusu geliyor, yakınlarda bir yerde biliyorum. Uzanamıyorum. 

Tel örgülerle çevirmişler dünyayı. Bana gülecek bir yer bırakmamışlar. Bir bahçemiz olmamış mesela ağaç dikecek. Bir gülümüz olmamış koklayacak. Olsun demişim, yazgı denen şey bu olmamalı. Gitmişim, yürümüşüm, üzerine üzerine koşmuşum hiç durmadan. Başladığım yere dönmüşüm. Dünyayı yuvarlak yapmışlar. 

Şiirden miirden sormayın hiç. Ne imgem var ne kafiyem. Orhan Veli gibi serbest takılmışım. Serbestmişim ama hiç özgür olmamışım. İkinci yeniye geçememişim hiç. Hep eski çağlarda kalmışım. 


Hani bir söz var ya, ölür müsün öldürür müsün diye. Ben öldürmeyi beceremem. Ölürüm, üzülürüm, ağlayamam. En çok anlatmayı severim. Ama anlatamam.

28 Şubat 2019 Perşembe

Ben Saatimi Kırdığım Zaman


Ben saatimi kırdığım zaman ne sesim kalır ne öfkem. Uzanırım yarı titrek dağların deniz manzaralı dizlerine, saçlarımda mahur beste şiirinden bir çelenk.

Ne diyordu Ekmek Teknesi’nde Mazhar Alanson: “Ne gemiler yaktık”. Sözleri yaya yaya, ağır ağır, r’ler, k’ler vurgulu. Göz kırpılmaz, nefes alıp verilmez, ufka bakılır. Son dördüne girerken gökyüzünün atlıları, yuları kaçmış taze leopar, bir bir sıçrar dogmatik şarkılardan. Hayatta en zor olan bir insanı tanımak der teoman. Ben saatimi kırdığım zaman.

Ne sesim kalır ne öfkem. Köşe başlarında ağaçlar devrilir. Salyangozlar titrek ay ışığıdır gözlerinin. Lacivertten kadife sesli mahur bir kadın mağrur bir şarkıyı bir çırpıda serer sabahın üçüne: Ben seni unutmak için sevmedim. Aslında ben seni hiç sevmedim.

Ben zamanımı kırdığım saatler, büyüyüp gelmişim böyle bir otuz yaşıma. Yer miyim lan velet deyivermişim quentin denen hergeleye. O vakitler quentin çocuk, quentin daha saçları ıslak bir yalnızlık resmi. Döner durur Yeşilırmak’ın kızıla çalan pencere kenarlarında. Bense elimde kelebekler, voltasındayım sevdamın. Dilimi henüz alıştırıyorum ‘seni seviyorum’ demenin sahiciliğine. Kaşlarımı ilk kez çatıyorum. İlk kez şimşek çakıyor, ilk kez bir filmde başrol oynuyorum. Filmin adını “sen geçerken sahilden” koyuyorum. Ben peşinden gelemeyen “liman”ı oynuyorum.

İnsanın kendini en güçlü hissettiği an gemileri yaktığı andır. Deniz fenerlerini takip ederek çıktığım karalarda suyun yakamoza çalan sarısına adını yazıp gözlerimi yummuşum. Hayalin böylece girivermiş hülyalarıma. Sonra açmışım gözlerimi. Film “son” yazmış. Mutlu mu? Mutsuz mu? Bilen yok.

Ben saatimi kırdığım zaman; üstelik kötü kadınların gittiği bir köprü altında, yanımda kelebeklerle, börtü böcekle, çiçeklerle; öyle herkesin giremediği bir üniversite kampüsünde, adının ilk harfini görüyorum fakülte olduğu söylenen bir binanın çatı katında. Ben saatimi çıkarıp kırıyorum, sırf kurtarsın diye beni zamandan. Adınla baş başa kalmanın süresini uzatıyorum. Ne sesim kalıyor ne öfkem. Adım yazılır diye belki adının yanına,
farzet, fakültenle bitişik binaya yüksek okul olarak inşa ediliyorum. Madem ki mamalaksoykayım, bunu da yazıyorum.

16 Şubat 2019 Cumartesi

Verdik Gönlümüzü Gönül Nedir Bilene


“Ama mamalak”, dedi, “sen, yani nasıl böyle bir…”
Gönül vermek meselesi üzerine ilk konferansımı vermek üzere gülistandan bülbülistana çağrıldım. Ey ve de hey güllere nağme dizen bülbüller dedim. Sizin ve de diğer bütün bülbüllerin unuttuğu bir şey var. Nedir acep diye soracak olursanız söyleyeyim: Siz, sizi süründüren o güllere nağmeler dizerken hiç bir gülün –tonlamam yanlış anlaşılmasın- hiçbir gülün değil, -hiç vurgulu- hiç, bir gülün halinizden anlayamama ihtimalini düşündünüz mü? Hiç, bir güle –hiç ve bir’deki tonlama aynı- gönül nedir diye sordunuz mu? Sorup da cevabı duydunuz mu? Teybe hoş bir kaset koydunuz mu?
Bülbüllerde tık yok.

Yani ki, gönül vermek değil, gönlü gönül nedir bilene vermek bütün maharet. Ey benim sarmaşıklarım, kedilerim, böğürtlenlerim. Gelir de bir bülbül konarsa yamacınıza, lütfen onu gönülden besleyin. Gönlü anlatın ona. Gönül nedir bilene değer verin.

Yani ki bülbüller! Sizler o güllere ince nağmeler ve kalın iniltiler dinletirken onlar sizi anlamak şöyle dursun, etrafınızda pervane olmanızın neticesinde, “ulan ne güzel bir gülleriz biz” türküsünü yalnızca kendilerinin duyacağı şekilde mırıldanırlar. Sizin nağmeniz onların hoşuna gider, evet ve fekat, onların asıl sevdiği siz ya da nağmeniz değil, nağmenin kendilerine yapılmasıdır.

Ben, ellerimi ceplerime sokup yürüdüm. Babili, Sümeri, yedi düveli geçtim. Geldim ayaklarına serildim. Başımı öne eğdim, Ceketimin iç cebine soktum elimi. Kalbimi çıkarıp size sundum. “İşte kalbim, dedim, lütfen kabul ediniz.” Gönlümü gören, gönül nedir bilendir. Bildiniz. Alıp kalbinize koydunuz. Sevdiniz. Sevmenin bin türlüsünü bana öğrettiniz. Sevmenin en güzel şeklini sevdirdiniz. Teşekkür ederim. Ben ve artık size ait olan gönlüm, sizi sevmekten ve gönül nedir bilene gönül vermekten onur duyar.

“Ama sen mamalak, dedi, hani sen kimseyi sevemezdin?”

Sevdim, dertlerin türlüsünden el-hamra. Dünyanın kirinden, pisinden el çektim. Dağlara, taşlara vurunca kalbimi, kalbin kalp değil, gönül olduğunu bildim. Ve en sonunda, Gönül nedir bilene gönül verdim…

15 Şubat 2019 Cuma

Seviyorum Bu!


Seviyorum bu, şimdi zamanı durdurur.
Gece yarısı kırlangıç dudaklarına buğday sarısı papatyalar dizer. Mevsim çıkmazlarım birer yudumlar sesini. Beyazımtırak geceler erir ruhumuzda. Bu böyle destandır yazılır gider.

Seviyorum bu, baharı da getirir. En güzelinden papatyalar, nergisler. Duraksız duraklara hesapsız otobüsler girer. Gözlerinde nihavent fasıllar belirir. Seviyorum ya, işte bu, yaşıyorum demenin öteki halidir.

Hanidir yanımızda kokan böğürtlenler başka türlü gülümser. Ihlamurlar başka türlü serinletir. Ellerinin değdiği yerde kasımpatı. Kasımpatının bittiği yerde ellerin. Bana maziden şiir getirir gözlerin.

Tut ki yazılmamış bir romanın başkahramanısın. Sağın, solun, sesin, soluğun her şeyin belirsiz. Betimlemeye başlıyor seni yazar. Ayaklarından yukarı doğru bütün bir atlası dile getiriyor. Usulca süzülüyor Latin Amerika, Afrika ve Asya. Ayakların Amerika oluyor; bütün bir coğrafyayı çiğniyorsun. Dizlerin Afrika, yanakların Asya. Bir Avrupa olmuyorsun. “Neden” diye soruyor yan kahramanlardan biri. “Avrupa’da diyorsun, aşka düşülür. Aşk düşülesi bir şeydir orada…” Sen aşka çıkıyorsun.

Yani, seviyorum bu, şimdi görklü gökyüzünü dize getirir. Alyuvarlarımdan aşağı yeşerir padişah zambaklarım. Yokluğun tükenişim demektir.

Şimdi sen bal olsan, bal bal olmaya utanır. Seni sevdiğimi anlatsam, uygun kelimeleri de geçtim, uygun bir lisanda karar kılamam. Bazı kelimeler var, seni sevdiğimi belli belirsiz hissettirir. Ama ne kadar anlatsam, sevgimin ne şekli ne şemali belirir.

Kısaca sayın bayan, seviyorum bu, gözlerimin konuşması için yeterlidir. Bir bakışınız, bir saniyelik dalgınlığınız içimdekileri ele verir. Seviyorum bu, sizi sevdiğimin Türkçesidir. Size bir saniye bakmak “seni seviyorum” demenin öteki şeklidir.