17 Aralık 2016 Cumartesi

Aralık İntiharı: Ölüme Meyledenlerin Ceplerindeki Satırlar


Sevmeye ramak kalmıştı ve sen yoksun. Akşam üzerleri gün batımında ellerin yok. İntihardan kaskatı bir mevsim kara çalarken atlı arabaların, kirli menekşelerin, sisli gökyüzlerin yok. Şimdi tuhaf sütunlar ülkesinde kına rengi çocuklar görüyorsundur, kırmızı günlere uyandığın geçmişini unutup…

Belki de yaşlanmamak için miladi takvime geçmişizdir. Ve görmemek için düşen çocukları, hayat devam ediyor yalanını üretmişizdir. Oysa hayat devam etmiyor, oysa hayat ölüyor. Diri diri yanıyor bu dünyada insanlar. Ve öyle alışmışız ki buna, kimse yanık kokusu almıyor…

Mora artık bir yarımadadır. İntihara meylederken göz kapaklarım, sessizce akıp giderken ırmak; kırmızı, bir renk olmaktan daha fazlasıdır. Artık köyün sosyeteleri sabahın 8’inde giderler AVM’ye. Kırmızı ruj sürdükleri için kırmızı eşarp giyerler. İki saat kapıda AVM’nin açılmasını beklerler. AVM önlerinde ana haber bültenleri yoktur…

Her yıl aralıkta intihar eder bilirsin. Güze çalar simsiyah vagonlar demir yollarında. İşte halep işte arşın! Kim ölçecek mesafeyi? Sözlerimiz mi? Ellerimiz mi? Gitmediğimiz, gitmeyi düşünmediğimiz yollarımız mı? Gündüzleri de örtsün gökyüzü, görünmesin çirkin yüzlerimiz.

Kaç gecedir hiç güneş görmedim! Yorgunum, şairim ve şiirim yok. Yaşamak en büyük yalanım. Korkudan kuzeye kaçarken güvercinler, şairim ve kalemim mürekkep damlatıyor. Bir dilencinin ellerinde bayram ediyor paralar. Bir kelime… Tek kelime… Çıktı çıkacak dilimin ucundan, susuyorum. Şairim çünkü konuşmayı bilmiyorum.

Böyle yazacak beni gazeteler: Şiirsiz şair, dün gece… Yaşamak en büyük yalanıydı diyecekler. Şairim, cesedimi teşhis edecek yok. Şairim üstelik şiirim yok. Bir kelime… Tek kelime… Çıktı çıkacak yokuşun başını, vurdu vuracak hayatımı en kuytu köşesinden. Ve susturacak saatleri: tik… tak… tik… vakit geç olmuş diyecek birisi. Üstü örtülecek bütün yalanların. Susturulacak konuşma sırası gelen. Unutulacak adımla birlikte ne varsa kaybolup giden…

Durul İlhan durul denizler duruldu sen de durul

12 Kasım 2016 Cumartesi

Leyla’nın Gemileri

Deniz oluyorum.
Gözlerinden gemilerin açıyor gözlerime yelken. Meltem sesli bulutlar güvertende kalbime demirliyorsun. Rıhtımda şarkılar ince ve sesli nağmeler yağmur damlıyor. Leyla seni seviyorum duyuyor musun?

Dünyanın en devrik iklimi senin yanın. Kaç gecedir hiç güneş görmedim rüyalara daldım. En şekilsiz coğrafyanda çay demliyorum. Atın dört nala uzak ülkelere koşuşup duruyor. Atını dizginliyorum söylenecek söz yok. Gemilerin yelkovan bedenlerin titrek lambalarına biçimsiz süzülüyor. Leyli aç kapıyı ben geliyorum. Ellerimde türlü yosunlar çiçekler saksı böğürtlenler var. Tutulup kırlangıç mevsimlerim dizlerine seriliyor. Neşet Ertaş şarkıları sana yazılıyor. Güllerinde talih nergisleri görüyorum yaban ayları evcil kediler. Uzanıp Beşiktaş’ın beş dakkalık seyrine sigara sarıyorum. Leyla biliyorsun seni seviyorum.

Leyla’nın gemileri, uzak iklimlerin taze baharlarına iç çekimlik şarkılar yazdırır da ahali bahtsız ve saygısız yürür gider bir şehirden bir şehre. Yosun desenli milenyumluk sütunlar metrobüs duraklarında gazete kağıtlarına sarılır ne polis kaygısı ne jandarma korkusu. Leyla görülmüştür. Artık ne mantık girer devreye ne akıl ne bilinçaltı. Yalnız titrek kalp ritmleri. Yalnız sevmek içgüdüsü.

Leyla’nın gözleri sokak başında oturan kadınları gördü. Kadınlar el işi örüyordu ince danteller iğne oyası yaşmak dokuyordu, bıraktılar. Kediler Leyla’nın kokusunu burunlarından ciğerlerine değil, kalplerine doldurdular. İnsanlar tramvay yerine bulutlara doluşup yağmur olup yağdılar. Leyla’nın gözleri tellerde oturan kumruları gördü:

Kumrular tellerde oynaştılar
Kumrularla teller de oynaştılar.

Leyla attı adımını şehrin kuzey yamaçlarından Engiz’in ince buhurdanından. Yolların yol olmadığı, saatin vakti göstermediği zamanlardı. Sonbahar yazdan kalma günleri, kıştan bozma seneleri yaşıyordu. Ellerimiz üşümekle ısınmak arasında birbirlerine değiyordu. Aşk, hangi mevsimde yaşanır hocam diye bir bilene soruyorduk. Leyla geldi. Dertler bitti. Leyla gelmeden önce üşümüştük ölüp ölüp dirilmiştik güzel günlerimiz yoktu. Daha kasımpatı çıkmamış, samyeli esmemişti yanılmıştık. Aşkın aşk olmadığı yüzyıllardı. Leyla’nın eteklerinde onlarca ağaç büyürdü. Bir ağaç biter, bin ağaç sulanırdı. Leyla’nın dillerinde ince nağmeler, hiç desenli şarkılar ve içince içi acıtan sözler vardı. Şimdi Leyla vardı. Mevsim daimi bahardı.  Güzel günler, taze baharlardı.

Leyla’nın pusulası, kuzeyi göstermeyen şarkıların kliplerinden koparılmış çiçek resimleridir; onca şairin onca memleket sevdalılarının dillerine doladığı aheste ritmler ve titrek dudak hareketleridir. Leyla’nın leyla oluşu yalnız leylalara özgü saatlere denk gelir. Kızıl kaldırımlarda leylak kokulu sıçrayışlar ve kuğu misali süzülüşler ancak leyla’nın ayaklarında hissedilir. Leyla rakkastır ve rakkasın kulakları ayaklarında değil midir?

Atakum’un saf altından üretilme yarı baygın parmak izleri en taze menekşelerin taç yaprağından kotarılma hafif tütsülü mor salkımlar, Leyl’in gözlerinde birer sanat eseridir. Ne de olsa Leyla’dır ve öyle kalacaktır. Duymayanlar duyanlara anlatacaktır; televizyonlar anons geçecek, gazeteler yazacaktır; Leyla, dünyanın en leyla kadını, yedisinde neyse yetmişinde de o olacağını vaad eden, hakiki dilber, harbi güzellik…
Bir sabah bembeyaz ışıklarla olduğum yerde belirecek, belinden ince kıvrımlarla kollarına ahenkli ritmler çizecek, dün olduğu gibi bugün de anın heyecanını hiçbir kelime anlatamayacak, kulağıma gaibden nihavend ezgiler yükleyecekti: “ben seni unutmak için sevmedim.”

Dünya o an duracak, sırf benim iyiliğim için, yaşlanıp da bugünleri aramayayım, bugünlerin tadını doyasıya çıkarayım diye duracak, yanağımdan bir makas alıp “hadi gene iyisin koçum benim” edalı bir bakış fırlatacaktı. Ben de dayanamayıp “büyüksün dünya” yerine “ne güzelsin leyla” diyerek heyecanımı belli edecektim… Çok geçmeden şarkılar da bizi söyleyecekti: “Vaktinden çok sonra gelen sevdalı bir yağmur gibi…”


Sonra süzülüp peteklerimden, azıcık da çekingen, vuracaktım pervası eksilmeyen kıyılarına. Ne var ne yok dökecektim içimdeki fırtınayı. Omuzların diyecektim; omuzların kadar gel-git. Omuzların kadar engebeli bir okyanusun dibindeyim. Seni çekiyorum içime kafayı bulmak için. Sonra uçuyoruz birlikte gökyüzüne. Ve pusulanın kuzeyi göstermeyen yamacında Tarkan şarkısı: “kız hepsi senin mi?”.

9 Ekim 2016 Pazar

Kalburüstü Özgürlük!

Bekir Hoca yanıma geldi. “Kalburüstü asistanlar toplanıyoruz. Beş kişiyiz. Sen de gel.” “Bir dakika dedim. Bu beş kişinin kalburüstü olduğunu kim belirledi?” Hoca kaşlarını çattı. Kızgınlıktan değil, sorduğum soruyu daha önce kendisi sormamış olduğundan. “Şimdi dedi, her türlü hiyerarşiye karşı çıkan biri olarak benim bu toplantıya gitmemem mi gerekiyor?” “Ben gitmeyeceğim” dedim. Otuz küsür asistan arasında kendilerini kalburüstü asistan olarak tanımlayan beş kişi beni de aralarına almak istiyordu. Ama ben kalburüstü olmak istemiyordum. Eminim bu fikri ortaya atan dışında diğerleri bunu düşünmemişti. Ben gitmedim. Bekir Hoca da gitmedi. Oturup sistemi yıkıp “ideal”i yerleştirme üzerine konuştuk.

Halbuki artık çok geçti. Postmodernizm gelmiş, yapısalcılık bile yıkılmış, postyapısalcılık peyda olmuştu. Düzeni yıkıp yeni bir düzen inşa etmek isteyenlerin devri kapanmış, toplumcu gerçekçilik rafa kaldırılmıştı. Anarşizm bile uzatmaları oynuyordu. Yıkıp yenisini inşa etmek yerine sadece yıkmak planlanıyordu. Yıkıp geçmek. Dünyanın iflah olmaz romantik kahramanlığından sadece iflah olmazlığı kalmıştı. En azından çağın insanı böyle düşünüyordu. Ben de sıkı sıkı Yahya Kemal’e, Ahmed Hamdi’ye ve Sezai Karakoç’a sarılıyordum. Onlar, geçmiş, şimdi ve gelecek arasında yıkmayı değil yapmayı öğütleyen kahramanlardı. Diğerleri şimdi’yi geçmişle yok edip yıkık bir gelecek tasavvur ediyordu. Adına özgürlük denen her şeyin esaretten mütevellit olduğunu biliyordum. Bekir Hoca’ya sorduğum soru şuydu: “Kralın hüküm sürdüğü Ortaçağ İngiltere’sinde yaşayan köylü mü daha özgürdür, demokratik İngiltere’deki şehirli mi?” Cevap, demokrasiden yanaydı. Halbuki kralın derdi saltanatı, ülkesinin sınırları ve zenginliğiydi. Köylünün ya da tebaanın ne giydiği, ne içtiği, neden hoşlanıp nelerden nefret ettiği kralı ilgilendirmezdi. İsteyen istediğini yapardı. Demokratik İngiltere’de ise kola içmek şart, hamburger yememek eksiklik, spor ve sanatla ilgilenmek temel ihtiyaçtı. Paris’e gittin mi sorusu, Paris’e gitmenin insani gelişim açısından elzem olduğunun telkiniydi. Zara giymek, Mango takılmak seni farklı kılardı. Lüks ürünlerin tüketilmesi başbakanı, cumhurbaşkanını ilgilendirirdi, çünkü lüks ne kadar satılırsa devlet o kadar vergi toplardı. At biniciliği sıradanlaştırır, golf oynamak elitleştirirdi. Bütün istekler, bütün ilgi alanları önceden belirlenmişti. Daha kötüsü, bunlar önceden belirlenmemiş gibi lanse edilir ve sen tercihlerinde özgür iradeni kullandığını zannederdin. Yani insanı hapse atardın ama ona hapiste olduğunu söylemezdin. Şöyle bir seçenek sunardın hapistekine: “10 tane koğuş var. İstediğini seç.” 10 koğuştan istediğini seçme hakkı özgürlük müydü? “Ya da ancak 10 koğuştan 9’unu seçebilirsin. Birine dokunamazsın” dendiğinde özgürlük kısıtlanmış mı olurdu? Çağın algısı hemen 10 koğuşa yönelirdi ve 7. koğuş seçildiğinde koğuştakiler sorardı: “Seni buraya kim gönderdi?” Cevap verilirdi: “Ben kendim seçtim.” Görünürde hiçbir problem yoktu. Ama “10 koğuştan istediğini seç” teklifi sunulduğunda ya şu cevap verilseydi: “Bir saniye. Koğuş seçmem gerektiğini kim söyledi? Belki ben koğuş seçmek istemiyorum.” İşte, Ortaçağ insanının vereceği, vermeyi düşüneceği cevap buydu. Bugünün insanı sunulan 10 koğuştan derhal birini seçer -çünkü seçimi hemen yapmazsa başkalarının güzel yerleri kapacağını bilir- ve koğuşa kendi isteğiyle yerleştiğini düşünürdü. Halbuki “koğuş seçmeme” hakkı elinden alınmıştı ve bunun farkında bile değildi. Mesele buraya nereden gelmişti? Kalburüstünden. Gidip kalburabastı yedik.

24 Eylül 2016 Cumartesi

Bir Gece Ansızın Gidebiliriz! Belki de Hayatı Yine Boşlarız!

20 milyonluk şehirde nereden baksan yalnızım. Yanıbaşımda yelkovanlar ve leylekler. Bir adım ötemde denizin tuzlu gövdesi. Bir fincan kahve, bir kadın ve kırık bir kadın kalbi…
Sırılsıklam aşığım… Yeni sütunlar, eski sütunlar, açık pencereler, kapalı pencereler, basamaklar, merdivenler… hepsi duysun! En güzel yazılar yalnızken yazılırlar. Bu tantana bu gümbürtü neden? Sevgiden beyim sevgiden…
Hey gidinin Nazan Öncel’i, senin mi bu kaçınılmaz yük? Ondan mıdır sesinin buğusu, gözlerinin karası, çirkinliğin. Bendeniz gibisin, Sezen gibi, neyse işte. Oldum olası kadın şarkıcılardan hazzetmemişimdir zaten!
Peki ya siz beyim? Nedendir incecik belinizden yarı hışımla çekip çevirdiğiniz ve bir bebek gibi emzirdiğiniz, üstelik hüznünüze hüzün kattığınız sesinizin karamsarlığı? Yoksa turnalardan haber gelmedi de ondan mı kızgınsınız gökyüzüne? Adınızı zikretmeyeceğim. Bulsun bulabilirse notalar.
Yolda yürüyorum ve bir türkü tutturuyorum:
Yarı kaygan yollardan geçerken,
Ağlak kadınlardan kaçarken,
Nedensiz usulsüz,
Girdiniz rüyalarıma.
Ama neden çıktınız hışımla?
Eteklerinizde kaldı gözlerim
Ben hiçbir kelebeğin
Bu kadar güzel olduğunu bilmezdim…
Harun Kolçak söylerken Hakan Peker de vokal yapar. Nedensiz usulsüz mısraında hicazkar kürdi bir uzama ve bu kadar güzel olduğunu’dan sonra kalkale. Lo lo lo lo sol, fa fa lo lo sol. Si si lo lo sol. La basmıyor klavyem…
Parantez içinde yazılı mısra olmadığı için nakaratın ikinci kısmında mısra değişimine gerek duyulmamıştır. Bilenler bilirler, hem sözlü hem çalgılı şarkı yazanlar, bahçıvanlar değil bestekarlardır. Bestekar, ressam ve bilumum kadın isimleri üzerine ihtisas yapanlar, aynı telden çalıp ayrı tl’den alanlar, bu dünyanın gelir adaletsizliğine dem vuranlar, geceleri mehtaba karşı türkü çığıranlar ve de onları dinlemeye hayran kalanlar da bilirler ki, bir gece ansızın gidebiliriz, belki de hayatı yine boşlarız şarkısının en uzun mısraında bir kadın göbeğinin ritmik dans edişleri ve bir erkek gözlerinin gayrı ritmik dokunuşları bir klibin sorunsuzluğuna işaret ettiğinden ve yukarıdaki şarkıların sayın yönetmenler tarafından değil, saygısız sokak çocukları tarafından çekilmesi gerektiğinden bu satırları kaleme almaktan büyük hissiyatsızlık duyuyorum. Yok mu bi şeyler diyerekten ve de fena halde raks ederekten sevgilerimi ve hürmetlerimi sunuyorum. Esen kalın; kostüm vakko…

17 Eylül 2016 Cumartesi

Baş Örtüsü Başı Örter, Vücudu Örtmek İçin Başka Kıyafetlere İhtiyaç Vardır. Biri Kadınlara Bunu Anlatsın!

Anlat! Kırmızı rujların altında kaldırımların nasıl tutuştuğunu anlat! Zamanın dahi yandığını, insanın paramparça edildiğini anlat! Baş örtüsünün başı örttüğünü, vücudun diğer yerlerini örtmek için başka türlü kıyafetlerin de giyilmesi gerektiğini anlat! Kapalı olmakla tesettürlü olmak arasındaki farkı sor! Cevap verilmiyorsa anlat!
Adam’ın not defterine yazılan bu satırlar Nergis’in umurunda değildi. O, bir çiçeğe adını veren kelimeye gizlenmiş sırra güveniyordu. Ruhun hiç edilip bedenin hükümdar olduğu bir dünyada kullanılıp kenara atılan bir cariyeydi. Ne vakit adına bir kuş konsa kendini Paris sosyetesinden hanımeli zannederdi. Yalnızlığıysa güzelliğinin bahtsızlığındandı! Nefsine ağır gelenler, insan olmanın gereğiydi. Hiçbir dönüşün olmadığına, olsa dahi bunun yolun sonuna gelmeden yapılamayacağına inanırdı. O, bu dünyanın insanıydı ve öyle kalacaktı. Başındaki örtü onu 1400 yıl öncesine götüremeyecek kadar yeniydi. Yeniydi ve pahalı instagram hesaplarından tedarik edilmişti. İhtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarına ulaşamadığı bir çağda, çağın gereklerini yapmaktan başka bir işe yaramıyordu. Adam, Nergis’in nefes alışlarının kalorifer peteklerinden sızan dumanlarla kaplandığını gördü. Gitti. Bu gidiş, Nergis için piçlikti. Adam, asalete inanmayanların dahi asilce göreceği türden, arkasına bakmadan gitti.
Not: İsimler yalandır! Ne adam adamdır ne Nergis çiçek!

14 Eylül 2016 Çarşamba

Yer Elması

“Beni bilirsin, dedi, topladığım elmaları hiç çekinmeden getirir buraya koyarım. Altına biraz saman ve elmaların birbirine değmemesi için birkaç bi şeyler. Sahi, sen Sait Faik okumuş muydun?”
Sözlerini bitirirken başını çevirip bana baktı. Her sorduğu sorunun ardından üç-beş saniye dönüp sorusunu yönelttiği kişiye bakardı. Kasayı yere koydu. Ben kasanın içindeki elmalara bakıyordum. Elmaların birbirine değmediğinden emin olmak gerekiyordu. Yoksa bunca çabanın hiçbir anlamı olmazdı. Çünkü elmalar, birbirine değdiği anda çürümeye başlardı. İnsanlar gibi…
“Hey, sana diyorum! Sait Faik okumuş muydun?” dedi. Okumuştum elbet. Ama aklım elmalardaydı ve sorulan soru umurumda değildi:
“Yer elmasını kaç metreden tanırsın?”
“Bilmem, iki, üç.”
“Amasya elmasını?”
“İki, üç.”
“Arap kızını?”
“Gerçek Arap kızı mı, elma mı?”
“Elma.”
“İki, üç.”
“Gala?”
“İki, üç.”
Eteğine doladığı önlüğü kaldırıp yüzünü sildi. Nedensizce etrafa bakındı. Hangi elmayı sorsam iki üç metreden tanıyacağını söylüyordu. Nerden biliyordu? Denemiş miydi? Amasya elmasını ve Gala’yı iki üç metreden tanımasını anlardım. Ama Arap kızı’nı çok sık görmüyordu ki. Peki ya yer elmasına ne demeli? Yer elması elma bile değildi. Papatyagillerden bir bitkiydi ve elmayla yakından uzaktan ilgisi yoktu. Yani yalan konuşuyordu. Göz göre göre aklımla alay ediyor, sorduğum her soruya bir cevap veriyordu. Her konuda fikri olan diğer insanlar gibi…
“Sait Faik diyordun?”
“Evet, okudun mu hiç?”
“Evet! Sen?”
“Okudum tabi.”
“Bir sözü var biliyor musun?”
“Ne?”
“Sait Faik’e bir öykücüyle ilgili görüşünü sorarlar. O da, ‘öyle öykücü mü olur, daha balık adlarını bilmiyor’ der.”
“Yani?”
“Bir şey yok.”

Ona, yer elmasının bir elma çeşidi olmadığını söylemedim. Sait Faik’in sözünden anlamasını istedim. Anlamadı tabi. İnsanlar, dolaylı yoldan övüldüklerinde bunu anlarlar. Yerildiklerinde ise daima şüphe duyarlar. “Laf mı soktu şimdi bana” gibisinden. Derya’da ikisi de yoktu: Ne övgü sevinci ne yergi şüphesi. Belki de yorgundu ve bunları düşünmeye ayıracak vakit bulamamıştı. Ama bir gerçek vardı: Derya, bir kitaba ilk sayfasından son sayfasına kadar satır satır göz gezdirmenin, onu okumak olduğunu zannediyordu. Diğer insanlar gibi… Halbuki okumak, böyle miydi? Kitabın 30. sayfasında kahramanın doğum tarihiyle ilgili bir ipucu, 90. sayfasında hikayenin geçtiği reel zamanın hangi yıla denk geldiği ile ilgili bir ipucu, 90. sayfadan 30. sayfaya dönüş, 115. sayfada bir başka ipucu, 126’dan 115’e dönüş… toplama, çıkarma, çarpma, bölme… Kahramanın yaşı bulunur. Ve sürpriz: 201. sayfada yeni bir ipucu ve dön geriye, tekrar topla tekrar böl… Sonuç? Kitap biter ve kahramanın yaşına, bir başka kahramanın yaşından ulaşılır. Yapılan işlemler, en azından kahramanın yaşına ispat teşkil eder. Derya bunları yapmış mıydı? Yoksa, daha ikinci sayfadan pat diye “Şermin 26 yaşındaydı” şeklinde kahramanın yaşını anında okuyucuya sunan romanlardan mı besleniyordu? Bilmiyordum! Merak da etmiyordum! Sait Faik okumuştum ve yer elmasının elma olmadığını biliyordum. Hepsi bu! Derya, geri dönüp elma toplamaya gitti. Topladıkları arasında yer elması yoktu!

9 Eylül 2016 Cuma

18.933 mü? Yuh Artık!

Yaklaşık 3 aydır Mora'ya girmiyordum. İki dakika önce girdim ve ziyaretçi sayısının 18.933 olduğunu gördüm. Reklamsız, promosyonsuz! En son baktığımda 16 binlerdeydi yanlış hatırlamıyorsam. Şaşkınım! Üzgünüm! Mutluyum! Mora'yı seviyorum. Alışkanlıktan da olsa bu siteye girilmesi hoşuma gidiyor. Madem öyle diyorum, yazılar gelir bundan sonra. Sıkıntı yok, yazarız. Bir ara bir arkadaşım yazdığım yazılardan en sevdiği 10 cümleyi sıralayıp bana göndermişti. Böylece onu da can sıkıntısından kurtarmış olurum belki. Top 10 listeleri hazırlayacağına açar okur yeni ve saçma yazılarımı. Çok değil, ayda bir yazı yeter. Belki üç, belki dört, belki hiç kim bilir. Kimin yazabileceğini kim bilir. Kimin okuyabileceğini kim bilir. Susuyorum ve saygılarımı sunuyorum. Yokluğumda sitemi yalnız bırakmayanlara teşekkür ediyorum. Ne demiştik;
Gün gelir gider Mamalaksoyka!
Baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş ancak!
Uymadı ya la!

27 Mayıs 2016 Cuma

Hanımeli Bir Kız

Biz şimdi bir okyanusun başındayız. Dalgalar beyaz daha martılar köpük. Daha ne yolumuz var sevdiğim daha ne günlerimiz. Bir günümüz var mesela ellerin güz gibi. Bir günümüz sıcacık ilkbahar. Bilirsin ben giderken hep sevilmişimdir. Bu defa sırf sen “kal” dedin diye sevdiğim, hayatımda ilk kez bir kız için, kalıyorum. Sahi, sen gideceksin ya, giderken de güzel olursun elbet. Biz sevdamızın rengini hanımellerine boyadık sevdiğim. Adımız, kokumuz hep hanımeli. Saçlarında kral tacın hanımeli. Gözlerinde ateş gibi bir hanımeli. Yazmak istemiyorum seni sevdiğim. Yaşamak varken, yazmak zaman kaybı. Çekip arabayı o tenha yolda, dikenlerin arasından geçip sana hanımeli toplamak istiyorum. Sırf sen gül diye, sırf sen mutlu ol diye. Ve sırf sen “kal” dedin diye sevdiğim, kalıyorum.

22 Nisan 2016 Cuma

Seni Görmek Çok Güzeldi, Değildi

            -5 yıl önce çizilmiş resimdir-
Bu ne saçmalıktır yahu
Daha dün tıraş olmuştum
Bu parmak izlerin çıkmadı sakallarımdan
Hem bana senden ne gerek böyle bir koku
Birkaç yüzyıl olmadı mı biz görüşmeyeli
Hem sen daha geçen sonbaharda taşınmadın mı mahallemizden

Bu gazoz içişlerimin senle hiç ilgisi yok
Hiç de hatırlamıyorum birlikte boğaz sefamızı
Sokaklarımdaki itler bile unuttular seni inanır mısın?
İsmini de unuttum unutacağım
Sonra adıngillerden daima kaçmalı
Kaçmamalı kaç memeli bilmem
Affedersin; bir köpek dadanmış buralara sana benzemeyen
Kocan tarafındandır belki; bir soruştursan…

Senin bir de akıl almaz hünerlerin vardı değil mi?
Yoksa o, Ayten’in miydi?
Yahu, şöyle sıktı mı dişini iki büklüm aşk çıkardı ortaya
İnanırdık biz de saf gibi
Kapılırdık büyüsüne gerçek sanıp
Sonra sen nereye biz oraya…
İnan, hiç hatırlamıyorum
Hiç de kızıp ağlamıyorum bu yüzden
İki çift pabuç alıyorum, bir ömür yetiyor anlayacağın
Süslenmiyorum sana süslendiğim gibi kimseye
Çok da rahat bu yüzden başım
Nerde akşam orda sabah
Yahu senin şu tokan vardı bir de
Aman; nerden hatırlayacağım şimdi

Seni gördüğüme pek sevindim
Sakallarımda parmak izlerin diyordum!
Gel sana bahsettiğim köpeği göstereyim
Sahi benziyor kocana; “kocan neye benziyor bilmesem de”
Canım, benziyor işte mahlûk mahlûkata
Bugün seni gördüğüme hiç sevinmedim
Zaten adını da anımsayamıyorum
Yahu sen Ayten miydin?
Bir de parmak izlerin hiç değişmemiş…

12 Mart 2016 Cumartesi

Mehtaba Bakamam Leyla Gelir Aklıma

Leyla Hanım diye bir şair olduğunu öğrenince, hiç vakit kaybetmeden şiire meyletti bizimkisi. “Burada ne diyor, burada ne” diye sora sora, bir çırpıda deviriyor gündüzü geceyi. Arasıra İlhan Berk okutuyorsam da, hala seviyemiz Cahit Külebi. Biraz Ah Muhsin Ünlü, Attila İlhan’ın birkaç şiiri. Ama en sevdiğimiz şair Leyla Hanım. Başkasını sevmek kimin haddine…

Zannetmeyin akşam haberlerinden sıkıldığını, gündüz gazete okumadığını. Söz konusu Ortadoğu olunca kahramanımız bilirkişi. İnsan hakları konusunda da uzman. “Zenginsem diyor, param varsa, vergimi veriyorsam kime ne? Gelir adaletsizliğinden, eşitsizlikten bana ne?” Sosyalist değiliz onu anladık. Muhafazakarlık desen diz boyu, dizden yukarıya uğramamış, onun farkındayız. Cumhuriyetçiyiz desem, “cumhuriyet bir yönetim biçimidir.” Biz Leyla’cıyız galiba. Onu da hanım ablamız bilir.

Kültürden sanattan konuşmak sıkıyor onu. “Aşk filmleri aşık olamayanlar içindir” diyor. “İnsan kendini ekranda görmekten mutluluk duyar. Kendini, başkası oynarsa bundan nasıl zevk alınır ki.” Belli ki egolarımız yüksek. Belli ki sınırlar da çizili.

Fenerbahçe Beşiktaş maçında Fenerliydik mesela. Aslında Beşiktaşlı bizimkisi. “Fener iyidir” diyor pat diye tutuyor Fenerbahçeyi. Birinci olduğumuz sürece Fenerliymiş. Güçlüden yanayız, onu da anladık.

Saçlarını uzatıyor ya uzadıkça güzelleşiyor. Siyah giymek en çok ona yakışıyor. Gözlerine siyah rimel sürüyor, pantalonu siyah, bahtı da siyah, saçları da. Ağır makyaj yapmayı sevmiyor. Hatta bazen hiç yapmıyor. Yaptıkça da yapmadıkça da güzelleşiyor. Güzelliğe değer veriyor, onu da anladık.

Hepsine tamam, her şeye evet de… Bazen pat diye gelip sarılmıyor mu, şuracıkta bitmiyor mu ağzı. Her şey değişiyor, her şey başkalaşıyor. Bir kıta parçalanıyor, bir kıta diziliyor. Gecenin siyahlığı onunla başka, gündüzün beyazlığı onunla.

Ben bazen kabuğuma çekilir Bachelard okurum, Leyla bir bardak çay getirir, uyurum… Pusulanın kuzey yamacında eksik desenli Tarkan şarkısı: Beni sev sev de anlama…

7 Mart 2016 Pazartesi

Camdan Balıklar, Lokum, Niğde Gazozu ve Doğum Günün

Papatya gibi bir şeydin gülüyordun
Saf tan yerlerinden gökyüzlerinden geliyorduk
Ellerin eski çağların kumdan kalelerini andırıyordu
Uçuruma karşı doğup sabaha değin büyüyorduk
Babil’de adın soruluyordu Fenike’de gülistanların
Uçurtma desenli heykellerde baharı anımsıyorduk
Bu öyle çarşı pazar gezmelerine benzemez tutup resmini çekmeli diyordun
Eski çeşmeleri, balkonlu evleri, sarı sütunları
Hepsini yeniden çizmeli, hepsini yeniden resmetmeli diyordun
Yağmur da yağarsa şimdi şuracıkta, şuralarıma
Bundan güzel papatya mı olur deyip gülüyordun
Zaten papatya gibi bir şeydin sen hep gülüyordun
Sonra yakamozlar geliyordu aklına
Çan seslerinden ince nağmelerden
Maviye ahenk katmak için dönüp duran mevsimlerden
En çok da bizden konuşmayı mağrifet sayıyordun
Ara sıra ayaklarını uzatıp geliboluya,
Bir “ohh” da sen fırlatıyordun manzaraya
Çayın en temizini, lokumun en kızarmışını seviyordun
Belki bugünlere bir mısra çalarız deyip saate bakıyordun
Saat şımarık bir çocuk gibi doğum gününü gösteriyordu
Sen olur olmaz bir yaşa daha giriyordun
E harfinden bir satır, B harfinden bir mısra, İ harfinden nağmeler düzüyordun
Papatya gibi bir şeydin galiba hep gülüyordun
Adamın biri ceketini çıkarıp kutlamalı diyordu
Kutlamalı kutlanmaya layık ne varsa
Kutlamalı ve yeni baştan umutlanmalı diyordu
Bu böyle çeyrek asırdır sürüyordu
Takvimin biri akşam haberlerinde doğduğun günü gösteriyordu…

Koro
Bir papatya akşamı gülüştüm gözlerinizle
Mavi camlar dile geldi mavi balıklar ve okyanus
Kal bu gece o zaman kal ki kalsın yanıbaşımızda bir mısra
Öyle de geçer elbet, böyle de eski zaman İstanbul’da
Yakılır yakılası ne varsa hatıralara dair
Kutlanır bir doğum günü ince ezgilerle
Kutlanır bir şarkı da çalar elbet aheste
Böylece gülüşür, sessizleşir, gideriz…
Gittiğimiz gün gibi, dün gibi döneriz…

Solo
Merdivenlerinden inerken kahverengi bir yuvanın
Kırık camlarına kaygan bir tarih atıyordun
Toprağa yosunları utandıran bir gülüş bırakıyordun
Sahi, papatya gibi bir şeydin sen, gülüyordun…

5 Mart 2016 Cumartesi

Züccaciyeciden Alınan Şiirlerin Muhtelif Kısımlarına Times New Roman 12 Puntoyla İtalik Akıtılan Mürekkebin Zaman Geçmesinden Kaynaklanan Kırmızımtırak Kararmasından Kurtarılan Satırların İzdüşümü Ektedir. Gereğinin Yapılmasını Arz Ederim. E-imza Henüz Tebellüğ Edilmediğinden Islak İmza Kullanılmıştır. Tarih ve Adres Aşağıdaki Mısralardadır. Saçlarınız Çok Güzel.

Saatler madam, bazen zamanı göstermiyor
Ne garip bir şiir akımıdır şimdi seni düşlemek
Büyüttüğüm kadınlar sürüyor tarlalarını
Bugün bana gülersen belki ben demlenirim
Yağmur yağarcasına kirpiklerin titrer
Daha küçüksün, saçlarını toplamamışsın
Ensen günlerden cuma’yı gösteriyor.

Theodor ne zaman seni üniversitede görse
Cumhuriyet’e şükranlarını sunuyor
Elleri ceplerinde yılışık sırıtıyor
Çenesinin altına bir tane çakasım var
Dekanım izin vermiyor.

Ne salak bir dramatik eğrisi var fen edebiyat fakültesinin
Ne malak bir söyleşidir şimdi seni söyleşlemek
Ne dalak ister gibi at gibi konuşmak
Ne yalak bir adamdır Theodor seni görünce
Ne kalak ne gidek de yazarsan yuh artık
Biz yolların dikeyliğinden direksiyon çeviremez olduk madam
Uzat bacaklarını yol yorgunudur damarların

Sen silahını gösterince kurşunları çıkarmak bana düşer
Ve Osmanco en güzel kedidir.

14 Şubat 2016 Pazar

Yalan Hayatlar Şarkısı

Adını bilmediğim bir kadına yazıyorum bunları. Nasıl oluyor da böyle oluyor. Güneş doğudan doğuyor, batıdan batıyor. Ağaçlar kışı yaşıyor. Yapraklar toprakta gazel oluyor. İnsanlar işe gidiyor, işten geliyor. Hayat bir önceki gün gibi, her önceki günler gibi hiç değişmeden devam ediyor. Nasıl oluyor da seni görünce birden her şey değişiyor. Salkım söğüt çiçek açıyor, deniz desen rengarenk…

Sen saçını sarıya boyuyorsun, dudakların kendiliğinden kızarıyor. Önündeki işe bakıp gülümsüyorsun. Yanımda bir erkek “ne güzel bir kız” diyor. Ben olanca kuvvetimle patlatıyorum espriyi. Gülüşün yeni bir biçim kazanıyor. Tırnaklarının kırmızı ojesi gözüme ilişiyor. Tırnaklarının kırmızı ojesini ilk kez görüyormuş gibi yapıyorum. “Bunları nereden aldın, hangi çiçekçide satılır bu tırnaklar” diyemiyorum. Pencereden kuşlar uçuşuyor. İkimiz dönüp kuşlara bakıyoruz. O an ikimiz ilk kez aynı noktaya bakıyoruz. Ben gözlerin hangi kuşa takıldı diye merak ediyorum. Dönüp gözlerine bakıyorum. Dönüp gözlerine bir daha bakıyorum. Yanımda bir erkek “kuşlar yuva yapmışlar herhalde” diyor. “Yuvayı dişi kuş yapar” diyorum. Dişlerine söyleyecek söz bulamıyorum.

İşimiz birden bitiyor göğe bakıyorum. Bedenimi alıp yanından ayrılıyorum. Gözlerini cebime, ellerini göğsüme koyuyorum. Öğleden sonrayı iple çekiyorum. Sana gözlerini ve ellerini vermek için bu sefer yalnız geliyorum. Beni görünce gülümsüyorsun. İşe yeni başlamışsın, daha iyi günlerin ve mutlusun. Belki kimi görsen gülümseyeceksin. Belki birine kızacak, bu ilk kızgınlığın olacak, yine de gülümseyeceksin. Ama adım gibi biliyorum, beni görünce gülümsüyorsun. Ellerini saçlarına bilerek götürüyorsun. Dudaklarına o ince gülümseme açısını bilerek veriyorsun. Gözlerin beni gördüğü için parlıyor. Bugün sevgililer günü ve biz sevgili değiliz. Evde bekleyenim var ve ben senin yanındayım. Göğsünün heyecandan kalkıp inmesini seyrediyorum. Ah bu uysallık, beni büsbütün kendine çekiyor.

Ne vakit bir güvercin görsem ellerin geliyor aklıma, usulca yürüyorum.

9 Şubat 2016 Salı

Şiirdi Şarkıydı Eğiliyor Yanımızda, Yeni Bir Beste Gibi Akıyor Resim

Biz, şarkıları şiirlere tercih ettiren o hatıraları geçtik. Kapısına yaklaşılınca kalbi hızlandıran, insanı yüksek kaldırımda yürümeye sevk eden (hani olası bir dalgınlık halinde arabaların korna sesleriyle inleme ihtimaline karşın –ki bu ses, yazarın en sevmediği sestir- ) o evlerden geçtik. Sokağında uçurtma uçurtulan pencere kenarı kedileri sevdik. Pencere kenarında sokak kızlarını lime lime kesen kedilerin dumansız iç çekişlerine dumanlı iç çekişleriyle karşılık verdik. Yarımadanın kuzey yamacına serpilen yağmur damlalarını dudağımızda değil yüreğimizde hissettik. Sempati gazinosunun afili ışıklarına kısık gözlerle bakıp Neriman’ın bir dönemine yakından tanıklık eden Kaymak Otel’in alt katında yeni açılan bayan kuaförünü derin ah’lar ve de ince vah’larla süzdük. Her gülenin peşinden gitmeyi düstur edinmiş sokak köpeğine kalın kesim bir sucuk, danalardan bir kalça, analardan çeyrek litre süt ikram ettik. Sahilin limana yakın kesiminde klarnet çalan çingeneleri dinledik ve üç yapraklı yoncaları elimize alıp “ne bahtsızız” diye içerlendik. Daha önce hep yaptığımız gibi gökyüzüne bakıp güneşin ne denli bulutsuz olduğunu, bu gidişle yarın da havanın mayıs ayı gibi sıcak olacağını, yağmurun yağmayacağını, rüzgarın estiğini ve güneşin bizi aldatmaması gerektiğini (üzerimize gene de yelekti hırkaydı ne varsa almamız gerektiği ile ilgilidir) konuştuk. Meşhur gazozcunun önünden geçip bir adet Niğde, bir adet Ordu gazozu aldık. Ordu gazozunun Niğde gazozundan daha ucuz olması, Niğde gazozunun diğer marketlere nazaran (aldığımız yerde) daha ucuz olması, gazozun susuzluğu giderip gidermeyeceği üzerine derin mütalaalara girdik. Manavdan aldığımız elmaların organik olup olmadığını sorguladık, cevap aldık, cevap verdik. Akşam yemeğinde ne yesek de gaz yapmasa gibisinden boş sözlerle kapıya geldik. Eski şiirlere meydan okuyan, okudukça acıtan, acıttıkça iç çektiren ve bir o kadar insanı kolkola sokan, ince ince saran o şarkıyı anımsayıp anahtarı gediğine ko’duk. Bütün bunlar yazmaya değer mi diye değil, kimseyi ilgilendirir mi diye düşündük, ilgilendirmez cevabını aldık, kapıyı kapattık.

Sonra titrek çocuk açtı camı attı elindeki çingeneyi
Düştü bir gözünden bir yosun bir gözünden ısırgan
Dilinde nergis vardı güler yüzlü bakımlıydı sustular
Gözleri yeşil ve sağırdı tükenmez bir ağaçtı sustular

6 Ocak 2016 Çarşamba

Helen'e Serenad: Senin Bir Alnın Var Yamaçlarda Kırmızı

Senin bir alnın var yamaçlarda kırmızı
Gözlerin sonra allı pullu çekirge.
Çıkarıp gül ve solo ve en çok da şarap, bal damlar gibi fıçılardan sürüp kokladığın, anılar gibi kokun ve demli gümüş suyun, yansımayla örtülen kirli kıyafet bulmacaların var. İşte bu senin en sevdiğin oyun bu en beğendiğin şiir ve bu da adın. Baş harfinden yakamoz fışkıran yalın sessizlik, ince dolunay ve yıllanmış anılar gibi alnın. Sahi, senin bir alnın var bir adın ve bir de Helen. İç çekimlik şarkılara besteler çizen ellerin, gündüzlere güz giydiren bulutların var senin. Şimdi durup bekliyor gibi bir yalnızlık dudaklarında gri, bir otobüs durağında belirsiz kalabalık oltaya takılır gibi, güz gibi gün gibi. İşte senin bu alnın var ya bu alnın, kapıdan geçince gülümsüyor yeni doğurmuş bir kadın gibi…

Senin bir alnın var yamaçlarda kırmızı
Ellerin sonra mis gibi çingene.
Akşam güneşlerinde eriyen bakırsı tunçtan yontulup tasarlanan bu limanların, şarkı söylüyor hiç gibi bitişen kalorifer peteklerinde. Belki bakımsız boya yüklü bir örtü, belki bakımlı ve eksik arada kalan, resmedilir yosun tutuşan kırmızı kaldırım gezmelerinde. İşte bu senin kışlaların ve bu senin bahar sonun. Kimse ermeden bu şekle tesadüf, dökersin yapraklarını ve büyütürsün koynunda gazel. Hani, bir yosma kadar ıslak ve cihangir kadar yokuş.
Bilirim, böyle de geçer eski zaman İstanbul’da
Böyle de üç eski şarap tadılır ve
Rakılır güvercin gibi bir yalnızlık
Ah derim, sen miydin gelen bakır, sen miydin boynuna süren taze fesleğen kokuları. Beni bir garip heykel gölgesinde bırakır, gider ellerinde incecik salyangoz. Erir bu gizemli denizlerde karayel. Şakakların hem, şakakların beyaz atlı prenses, yamaçlarından aşağı taze sarmaşık gündüzlerin. Er ya da geç sıralanır gözlerinde nihavend bir fasıl. Ve sen alır çocuğunu kurulanır, örtünür, beslenirsin…

Senin bir alnın var yamaçlarda kırmızı
Omuzların var hem yemyeşil berceste
Ben titrek insanlarımı gönderir dururum sabaha. Sen yeni doğmuş gibi tertemiz çıkarsın rönesanstan. Kimse açmadan baharda tenini, henüz içilmeyen bulaşıcı dudaklarında, kor gibi yangını def edip kalem tutan ellerin, yok edilir sevdası körelmiş kılıç bacalarda. Hani erken gelecek ziyansı tebessüm, yan bakışınla eski şiirleri andıran, taş üstünde baş koymayan, cam yerine kadından, beton yerine çocuktan, sıra sıra dizilmiş kuşların emzirdiği… Yuvam mı desem Şatom mu Evim mi… Bilemedim ki… Yok şimdi nesih satırlarda güllü agop, Kadıköy sahilinde Bihruz Efendi. Yokuş basamaklı türkülerde dinlenen, o öyle derin yüklü ve taze. Hani biçimsiz kleopatra yanaklarında inci fistan, kim söyler, kim tanımlar bu ateş yanılgısı rüzgarı ve bizi.
Bu gece beni şehr içre bir kulübeye sok
Yanıma deniz gelsin ve mehtap ve tuz
Ve kimseye söylemeden -kardeşine dahi- sık çalıların arasından ve Kabataş’ın arka sokaklarından, kıvrak ama kıvırmadan, bir göz içimli mesafe ve tanımaksızın, sen gel… Yeni bir çocuğu emzirir gibi…

Senin bir alnın var yamaçlarda kırmızı
Dizlerin sonra en basit hali Helen
Biz şarkıları şaraplara tercih bırakan, Babilden seni görmek için gelenleriz. Aç kapını bana ve yanımdakilere. Türlü yemeklerinden birer lokma, türlü şaraplarından birer yudum ve en çok da seni görmek isteriz.
Biz babilden seni görmeye gelenleriz
Acımız uzun yolun yorgunluğu değil. Acımız sana doymamak hali. Ve kırgınlığımız da hep bu yüzden.
Biz kırgınlarıyız bu hayatın
Tadılmayan sarnıç fazlası gündüzlerden, duman yüklü hercai mevsimlerden geriye, bulut bulut şimşek şimşek dönenler. Onlardır düşmanlarımız ve sanadır bağlılığımız. Yarı solgun yüzlerimizde korkudan değil, ürpertiden tutsak bir bilmece gizli. Beliren sabaha karşı yakomoz denizsi ve çıplak bir liman kentinde, ADINI BÜYÜK KOROLARLA SÖYLEDİĞİMİZ, haddimiz olmadan bunu tekrar ettiğimiz… Doğru… Pişman değiliz… Mutluyuz… Seni gördük ve görünce, yola çıkmanın ve varmanın hazzına…
Hayır, hiçbiri bu güne bir mısra çalamaz
Hiçbiri bu demin kokusunu barındıramaz. Biz sana ey helen… Sana ve senin çocuğuna. Ve dilediğinde tekrar gelmek için geri dönmeye, tek seferde yola çıkıp gelenleriz. Biz sana ey Helen, sana ve okula gönderdiğin çocuğuna…

Senin bir alnın var yamaçlarda kırmızı
Ortaçağdan kalma buz gibi hazine
Aydınca yürümenin ve gülmenin tadına, yeni serpilmiş taze menekşenin kokusunu çekip içine bir ohh fırlatmak gibi manzaraya, nasıl varılır nerede durulur, biliyorsun.
Senin bu alnında kan var biliyorum
Düşüp duruyorum yamaçlarından üstüm başım kırmızı. Nehirler boyu bir şarkı dudaklarından aşağı, köz gibi iner durur Samsun’un buhurdanından ıslak. Bir ayaklanmada adın zikredilir diye hazırlanır idam. Darağacından ve kınalı dumanlardan yanık bir ıslık, üzerine sermek için hazır tutulur tuvaletlerin. Kimse görmeden değil, yalnız çocuklara mahsus bu gizlilik. Tabiatın çatık burunlu eski şairleri gibi, dizilir silahların gölgesinde bir kadın. Kaç el sıkılır bilemem. Bu gizlilikten nasiplenen… Senin bir çocuğun var karanlıkta okul önünde beklediğin… Biz de çocuklarıydık senin sesinin.
Göstermediler…
Görmedik kaç kurşunla ölebilir bir kadın. Ve kaç seferde yırtılır gökyüzü şiddetinden bir çığlığın. Senin bir yarının var dumansı kızıllık.
Senin hiç geçmişin yok mu ki böyle
Böyle sokak serserileri doluşmuş etrafında bilinmez. Ah, o gemilerin ardından çıkan beyaz köpük. Ah, bilmez ki alır götürür ruhunu senin de. Sen şarkılar kadar gri yalın ve sessiz, sürüklenip gidersin şehrimizden bir çocuğun elinden tutar gibi…
Ama biz seni görmeye geldik ey Helen
Ve seni görmeden gitmeyeceğiz…

4 Ocak 2016 Pazartesi

Bir Garip Hicaz Ve Olduğu Gibi Bırakmak

Korkuyorum gözlerine bakmaktan, bir mavi bitiveriyor, boğuluyorum. Sırtın ağrımasın bu yastık iyi gelir. Süzme gözlerinle göğü bu kadar; çağırırım şimdi ak sakallı bir bulut gelir.

Gökdelenlerin gölgesinde kalmışsa ne âlâ. Bir uçak tutuklamış da olabilir. Ne anlamı var yarımadamda gece yarısı mehtaba çıkmanın? Mehtap, anlatıldığı kadar güzel olan nadir şey. Vardır güzelliği anlatıldığı kadar sahici başka şeyler de. Ama ben bu mehtabı seviyorum Fernando. Bu mehtapla büyüyorum yarım yamalak. Sırf kafiye olsun diye yazıyorum: benim bir yanım var adım mamalak.

Şimdi sen yoksun diyelim. Ben alır uzun parlamentimi, bir sigara yakarım varlığına… Tek gözü kapalı bir hoşçakal fırlatıp manzaraya, yüzerim yüzmesini bilenler gibi karda. Yazın denizde yüzdüğü gibi karda yüzenler bilirler beni. Kar yağdığı zaman dolunayı gizleyen bulutlara kızmam. Kızamam. Alır içimi çocukluktan kalma bir heyecan, dalarım dalgasına erkekçe. Ve ben erkekçe daldığım zaman, daldığım yerden asla çıkmam.

Sen kal, geriye senden bir şeyler kalsın. Senden başka ne varsa yansın. Gideceğim der gibiyse gözlerin; buna dünya nasıl dayansın? Sen kal, kalanlara acıma-yansın.

Biz şimdi amisos’tan denize doğru yürümekteyiz. Deniz her türden eşarbını çekmiş sinesine yudum yudum içmekte sevdamızı. Yok öyle yarım ağız gülümsemek Fernando. Adın bir yazıda anıldı mı, efkarın en ince tellisini patlatacaksın. Çevir yangın gibi geniş çağlarda uzayıp giden ellerini. Çevir ve çal bu gece raks etmeye meyyal dizlerimden yükselen o aşüfte sesleri. Beni güz içre bir karanlığa sok. Alsın götürsün nağmelerinde çırpınan yosunsu gizemlerimi.

Yazasım kaçtı Fernando. Becerememiştim zaten. Ben beceremediğim zaman Fernando ya da kaçtığı zaman yazasım, gider bir sigara içerim ve yazıyı olduğu gibi bırakırım. En güzeli de bu değil mi Fernando. Olduğu gibi bırakmak…