31 Aralık 2017 Pazar

Hünkar ve Muz ya da yalnız sebihanın anlayacağı türden şiir kurma denemesi

Gibi uçuyor kelebek gökyaşları üstünde
İnce sicimli sabaha tel karıyor mcdanılds çiçekleri
Yenimolar can sıkışırken kereviz pazarlarda
Eskimolar eskimoorlar rumsuz akşamüstleri
İkinci eski şuur akımıdır şimdi bilinci dilenmek
Padişahım bizi hor gör, hor da olsa gör horhor bak
Tabi başka işin yoksa
Hünkarumuz.

Benim adımın başında bir sevecenlik var biliyorsun
Aşağı yukarı taze baharlar gibi ıssız
Derinden ve yerinden paşalar gibi ılımlı
Yut ki serkanla beraber lüneperkte oynuyoruz
Çakarçakmaktan inip sönmedılaplara biniyoruz
Tikiyiz ve çaktırmıyoruz ya da biraz belli oluyor
Bekçi gelip kimliğimize dinamit çakıyor
Sonra çıkıp padişaha selam veriyoruz
Padişah hapşuruyor
Padişahım çok yaşa diyoruz
Çok yaşa hünkarumuzluğumuzluk
Gülüyoruz ve kaçıyoruz
Yakalayıp bizi padişaha sunuyorlar
Adımı söylüyorum padişah sevmiyor
Yemiyor padişah oturup biz yiyoruz
Yemiyoruz da yiyoruz gibi yapmalığumızluk
Gittiğin gün gibi perişan haldeyiz sebiha.
İşin yoksa çıkıp gel.
Belki birer kahve içeriz.
Sonikimısrayışiirdençkrabilrm

Serkan diye biri yok sebiha
Lüneperk ve sönmedılabın olmadığı gibi
Ayazda güller açarken ben turşu kuruyordum
Salatalık turşusu işte serkan çok sever
Nagehan isminde bir kız arkadaşı var
Ansızın çıkıp geliyor eve ağyar oluyorum
Ayar da oluyorum da söyleyemiyorum
Sonuçta kirayı bölüşüyoruz
Ev arkadaşım serkan
Nolurdu sanki sen olsan
Konu bütünlüğünden sapıtmak istemiyorum sebiha
Burada kestiriyorum.
Bubölümükompleksçıkartblrm

Böylece fasıl sonu dipnotların ontolojik boşluğundayız
Reelkartezyen fışkiyelerden su içer gibi bir yoksulluğun ceplerinde
Yarı makıllı mcdanılds kuyrukların dibinde kuyu bekçisiyiz
Güneşin asfalta yakın uğuldamalarına
Ve yeşeren ayın dolunaydan bozma kıvrımlarına
Antirealistasyonik şiirler kazımaktayız
Bizi sıçramak için dibe vurmak gerektiğine inandırdılar
Şiirin boşluğunu buna yorumlayabilirsin
Padişaha verip altun kazanmak talihini tarihe bıraktığımızdan
Kendimi eğleyecek morartık iç rüyalar olarak kalacak şiir
Bu durumda
Padişahın huzurunda
El pençe divanda
Durmamızda
-da’lar redif
Hiçbir mecburiyet göremiyorum
Gene de yaşasın padişahumuzluk
Ve aksakallı troleybüsler

Kim bilir kaçıncı teorik kelebeğin açılımındasındur
Bibliyogratik cumhuriyetlerin stratosferil derinliğinde
Postyanılgısal kuramlara pesimistik yaklaşımlar sınıyorsındur
Beni karl popper yanlışlamış sebiha
Doğrulanmam hiç açıcı gözükmüyor
Malum önümüz kış
Antiepistemolojik varsayımlarımla geliyorum sana
Sabah yelinden haber aldımsa da
Yüz yüze konuşmak isterim
Nolur beni kapıda bırakma.

Belki de m nokta kutlu hikayesinde bir ön yargıyım
Yerimi bilmeyişim yerimin olmadığındandır
Minareden atlamak ya da patlamak arasındaki çizgiyi
Tapularıma binaen izdüşümlemekteyim
Ne de olsa her dönem bir molla kasım bulunur
Bulunur görülür her şey kör gözle
O pasajın altındaki ince çizgide
Şımarık heykeller barındıran şiir cahili nice
Niçeci çok katmanlı yorumlamalarla açıkça tenkit edebilir
Şiirimiz kara kavruk kedi iniltisidir
Her pazardan pazartesiye göçmen kuşların cinayetiyle
Padişahı huzurunda içselleştirmemizdeki gaye
Göktaşlarından mücevher tütsüleyip hediye etmemiz
Hep bu nedenledir
Böylece teorisyeng bozuntusu akademink hergelenenin şiir kurma denemelerini
Deneyimsiz denetimlerden muzdarip bir hiç kaygısı olarak görebilirsin

Biçimsiz muşamba deyyusların dişlerinde
Saatin vakti göstermeyen kıvrımlarını anıyorum
Böylece bizi bir kere daha yutup parşömen kağıda sarıyorlar
Zaten bizi sabahtan akşama kadar parşömen kağıda sarıyorlar
Bütün yara kabuklarında
Pakistan dahil ya da hariç
Benim için fark etmez.

Anlık reaksiyonların semantik bunalımlarındayım sebiha
Beni bulursan yanına almayı unutma.
Seni seviyorum.

27 Ekim 2017 Cuma

Leyla'ya Leyla'lığını Bildiren Yazıdır. Daim Aklımızda O Leyli Leyli. Bu Da Son LEYLA!

Tut ki şarabından içmiştir dudaklarım, sarhoşların kerahet vaktidir. İç denince içilen şehirlerin sandalda yakışıklı veda demidir. Demir alırken gemiler, içimden Leyla diyesim gelir.
Leyla! Leyla! Leyla! Bir umut ol da gel daa!
Leyla, şivem sana ağır gelir.

Gönlüme aheste şarkılar söyledim leyli. Gece yarısı düşlerimden arındırıp seni, yeni ve telli buseler getirdim. Al yanaklı, güz pınarlı türküler senin için. Dinle şimdi de gör nasıl özlendiğini. Varlığın hayal olmuş yakarken geceleri, adının manasına uygun iki mısra düşer dilimden: Daim aklımızda o leyli leyli… Yandım ateşine su leyli leyli…
Sen de beni özledin değil mi?

9 Ekim 2017 Pazartesi

Beni Bırak ve Sancı

Beni bırak ve sancı iliklerimde giysin akşam üstlerini, mataramda mantar kokusuyla buhurdan. Konaklarım erguvan gününde çelimsiz akrep yeli, kimsesiz ormanlarımda gezinsin dursun beni bırak. Dolunaydan anlat. Bir ırmaktan bir kaplumbağadan mesela. Kaplumbağaya sessizle başlayan bir ek geldiğinde “a’yı gökten indirmek gerekmez mi” diye sor. Ki –a’lar gökten inerlerken bulurlar ecdadlarını, sessiz ve kuytusu olmayan köy yollarında. Kavun keserler üstelik kavunu meşhur yol kenarlarında.

Gri ol, durma dumanların ontolojik sözüm ona iç güdüsüz çiğliklerinde. Bakışımlı terliksiz hayvanların ayaklarında “hayat nasıl çiğnenir” manzaralı göllerde, iç içe geçmiş hayallerin yıkılmış ve cümle tutmaz resimlerinde kaybet beni. Beni bırak cürmüm ıslansın. Ben gördüm nicedir kuru gözyaşı taşıdığını leyleklerin; nicedir bahri kuşunun saçlı fotoğraflarında yıllanmış yılanların yularsız atlığıyla ağızlarında küfürler biriktirip kimseye ses etmediğini. Ben gördüm ve ben bilirim seni onlardan ayıran şeylerin ayırganlığını. Kalbinin ritm tutmaz kırılganlığını. Defterinde yazan yazının rengini. Gözlerini… Uysallığını…

Ben mamalaksoykayım. Kenarlarında uçurumun talihsiz süt ılıklığıyla, denize nazır gözlerimin dalgakıran yosunlarını beklemekteyim. Bir yarı çağrının gölgesinde şiir bitirme sırasını aşan, bariyerlerin kestiği hayatların göbek taşlarında gerdan ıslatan, gözyaşlarıyla… kuru bir nağme bekçisiyim. Beni bırak. Kuşlardan anlat. Yalıçapkınının göz renklerinden, izmaritsever balıkçılın sonbaharından mesela. Kimsesiz atlasların ebegümeçli denizinde bir dondurma yemelik molaları sor bana. Sor ama cevap bekleme. Bekleyenlerin sırası gelmiyor bu hayatta.

Rüzgarı duy. Rüzgardır kirpiklerini bu denli ıslatan. Bu denli gözlerine nicedir iyilik katan. Sanma yakamozun tüm kızıllığıyla denize vurduğunu, görünen denizin gece vakti gökyüzündeki suretidir. Şimdi şımarık, şimdi uslu bütün anılarım kor renginde bir kızılcık mevsimini koklatır bana. Rüzgarımı duy. Kokumu hisset. Nergislerin menevişler yatağından aç yolunu. Bütün bu patikalar, bütün bu dağ yolları, yamacında ıslak güneşleri kurutan yeni bahar çiçeğidir unutma. Bırak yankılansın ırmaklarında gül rengi heyecanlarım. Kimi görsem seni soruyor bana. Kalbimde ince sesli kırık nağmeler. Ve tutup yeni baştan çıkıyorum hayata.

Sözüm ona incecik gemidir ellerin. Alıp götüren, geri getiren, geri getirmeyen. Nicedir ıslak. Nicedir heybemde gözyaşı.

23 Eylül 2017 Cumartesi

Öyle Bir Düşün Ki Dostum, Bana Düşünecek Bir Şey Bırakma!

Ama yoktu gücü ileriye gidecek. Ölmüştü hayalleri bir zalimin yumruğuyla. Neyse ki rüzgar vardı, alıp götürdü bütün kötülükleri. İçime sisli bir sancı saldı kelebek. Kör bir sivri sinek düşün dostum, vurup öldürür müydün, yoksa kolunu mu uzatırdın ona?

Ama yoktu gücü bunları söyleyecek. Ölecekti öylece söylerse. Nem alacaktı boynunu, küf tutacaktı akrep. Kırılıp gidecekti saat. Tırtıl titreyecekti şerefine kaldırırken kanatlarını. Dil uzatıldı, pişmanlıktır yaşanacak. Bir sanrı düşün dostum, ölüp ölüp diriliyor gözlerinin önünde. Bir akrep bir yeşil bir kelebek.

Ama yoktu gücü, sanki hiç olmamıştı. O kol onun değil, o his yabancıydı. Ortasında avlunun ağaçları utandıran, sessiz, sigarasız, dilsiz ihanetleri beslemişti. Gözünün birinde bulutlar asılı, diğerinde gözünün yalancıların isimleri yazılıydı. Gizlendiler… Kafiyenin en girift yerine. Talihin nefessiz gri rutubetlerine el salladılar. Bir coğrafi yanılgı düşün dostum, atlasların hepsi yalan!

Şimdi size güçten bahsetmenin dermansız kaygısındayım. Beni sancılara gebe bırakan tütünlerin acısına! Ve aşımı ekmeğimi bir şarap şişesine satanlara! İki çift kalem oynatacak, kaldıysa biraz haya, kaldıysa damarında ar! Hepsi bir torbada çöpe atılacak, martılar katil! Hiçbir şey düşünme dostum! Var say hasım doğmuş, var say düşman bellemişiz.

Gece güçten düşen güvercinlerin çığlıklarını alıp getirdiğinde dizlerine, takatin varsa tabi, beni anımsa. “Gerçeği doğrudan ayıran her ne varsa” diye başlayıp cümleye, geriye bir şey kalmadığını gördüğünde! Bir gülü ağlamak, bir gülü tutunmak, bir gülü aşk!!! Yenilgilerin sığınağında, mahzenlerin ortasında; bir cümle düşün dostum, öğeleri olmadığı için kurulamayan!


Şimdi bu yazının kurgusuzluğuyla geliyorum sana. Ellerimi klavyeden uzaklaştırarak. Yalnız gözlerimle dokunuyorum yanaklarına. Biçimsiz akışında bilincimin, bir anlığına gelip konunca yazının en ilgisiz yerine adın. Olur da ürperirse tüylerin. Kalkarsa kaşların. Gözlerin dolar da “şey, şey kaçtı da” dersen ev arkadaşına. Aşk kaçtı diye karşılık verirse bir de. Bir de her zamanki gibi kahvaltı hazırlarsa sabahında. Beni, yalnız beni hatırla. Gücü kalmadı kelimelerimin! Düştüm! Düşün dostum; bana düşünecek bir şey bırakma!

16 Ağustos 2017 Çarşamba

Sigaramın Dumanına Sarsam Saklasam Seni

Sevgili küllük,
Bugün seninle 8 kez buluştum. Yarın 7 kez buluşmak dileğiyle. Sen gene de kimseye söz verme…
Akşam yıldızları seyrederken geldin aklıma gözlerinin o kapkaralığıyla. Uzun saçların boynun omuzların türlü hatıralar oldular ıslak bu gecede yağdılar. Şehrin bacasız güvercinleri doluştular sahile gün gibi güz gibi. Gel de şimdi bir cigara yakma adlı bulutlar karanlık geçmişime mum yaktılar.
Koro:
Siz ey günleri devşiren güzel şahım
Denizleri, bizleri de devşirseniz ya böyle
Hem ne tütün kınaları var boynumuzda bilseniz
Bizi, hep bizi de sevseniz ya böyle.
Yani, hani, hiç çıkıp gitmeseniz…

Sevgili küllük,
Bugün seninle 14 kez buluştum. Yarın 13 kez buluşmak dileğiyle…
Sevgililer günlerini hiç sevmem bilirsin. Bu 14’ün o günlerle hiç ilgisi yok. Ama aklım olsa bir hediye alırdım sana. Akşam üstü Suriyeli bir kızın gülümsemesini mesela. Ya da Suriyeli zannettiğimiz ama Iraklı çıkan o çocuğun güzel Türkçesiyle seslenebilirdim sana: Abla, ben aslında Iraklıyam, Türkmenem. Türkmen Kızı çalardı fonda, Türkmen obalarından göçer giderdi anneler. Annelerle birlikte ellerimiz, sevgimiz sonra yarım kafiyeli hayallerimiz…
Koro:
Siz her nesilden bir güzellik alıp gelmişsiniz belli
Bizim meftunluğumuz onadır ey gece yıkan şahım ona
Şimdi bize sesinizi ikram etseniz, gözlerinizi vadetseniz
Gider miydik başka yollara başka konaklara.
Yani, hani, gitsek bile siz de bizimle gelseniz…

Sevgili küllük,
Bugün seninle 21 kez buluştum. Yarın 20 kez buluşmak dileğiyle. Sen gene de kimseye söz verme…
Azalmıyor ki derdi kederi insanın sigarası azalsın. Ne demişti şarkıcı görünümlü türkücü kişi: Bir de demezler mi neyin eksik diye, ulan neyimiz tam ki? İşte böyle oluyor bizim kederimizde. Yıldızlar altında bir leyla görsek ona üzülüyoruz. Güneşten kaçarken l harfine, geceye çıkarken e harfine, sonra sırayla y’ye, sonra tekrar l’ye ve en son a’ya. Alfabenin ilk harfi bizim hayallerimizde sona kalıyor. Ondan işte böyle tersten yaşamamız, tersimizi derimize batırmamız. Kederimiz, efkarımız, susmaya meyyal konuşkanlığımız, gözlerimizdeki fecr, fecrimizdeki mana. Ne halimiz varsa gördük be leyla.
Koro:
Ey güzel leyla, en güzel leyla siz
Bahtımdan çıkıp gelirken sesiniz
Ve elleriniz karartıyor geceyi gitmeseniz
Dönmeden ufuktan yakamoz, açmadan yelkovan çiçekleri.
Yani, hani, gitseniz bile bir gün geri dönseniz…

Sevgili küllük,

Bugün seninle hiç buluşmadım. Açık havada içtim ne içtiysem. Çayırlar, çimenler aldı yerini. Sen gene de kendini kaptırma yalnızlıklara. Buralar Paris’e benzemez. Havası çarpar adamı. Bir dahaki sefere daha kalabalık görüşmek dileğiyle. Dikkat et kendine.

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Parasız Yatısız Zorunlu Okul Sıralarına Kazınan İki Çift Bilmecik Yanılgı

Yıl sonu müsamerelerine çıkarılması sakıncalı çocuktum ben. Çünkü otuz üç üvey kardeş gördüm. Yani otuz üç zorunlu sınıf arkadaşı. Aile bilincini yeşertsinler diye sarı badanalı duvarların, kırmızımtırak yağlı boyalı alt kısımlarında kurulan darağaçlarında, devlet tarafından terbiye edilmiş. Yalnız ben, Adem ve Hamit farkındaydık cinayetin. Onlar birinci sınıfta okumayı çözemediler. Karar: Sınıf tekrarı.

Rimelleriyle kanayan gözlerini gördüm ilkokul ikinci sınıfta bir öğretmenin. “Ürtmenim, dedim, parmak kaldırmadan söze girilmesinden hoşlanmıyorsunuz ama rimelleriniz kanıyor.” Cevap ağır ve uçkursuz: “Sen onunla ilgilenme 615; Ali’nin yaşına 30 ekle de gör ebeninkini.” Ali’nin yaşına 30 ekledim ve ebemin de ürtmenimden aşağı kalır bir tarafının olmadığını gördüm. Adem ve Hamit hala birinci sınıftaydı.

“Fakirler hiç unutmaz” dersinde, “zenginlere hürmet” konusunu asmış, beşinci sınıflı abilerle top sektirirken yakalanmıştım. Favorilerimden tutan okul müdürünün orta ikiden çınlayan bağırtısı: “Ulan 615, adam olmayacak mısın?” Arkamdan gelen cevaba şapka çıkaran bakışlarım, “ayıptır söylemesi Çarşambalıyız hocam, her türlü” türünden çıkışlar ve de okul arkadaşlarımın kahkahalarına yapışan inişler. Adem ve Hamit, ikinci sınıfa geçtiler.

“Daha değişmeyecekse şu dünya atlası, artık derse başlayalım” adlı öğretmenin yarım ağız konuşmaları: “Ulan gene mi ada keşfettiler?” “Yalnız bir sorun var ürtmenim” diye kalkan bir arka parmak: “Yani, şimdi ada el değiştirmiş olabilir. Mevzu bundan ibaret. Rüyalarını sınıfta görmeye çalışan güler yüzlü Ramazan arkadaşımız köyden geliyor ürtmenim. Oraları en iyi o bilir.” Mesele dağların kıyıya paralel uzanması değil. Mesele, çocuklara kuş lastiği satılması. Neden alıştırıyorlar ki yani öldürmeye. Adem ve Hamit, okulda çete kurmuş. Üçüncü sınıfa geçtiler. Ve ben okumaya erken başladığım için giremedim çeteye. Yürürken arkama ve etrafıma bakmamın sebebi o ki, çelme takmasınlar diye.

Tabi, bu çete meselesine fazla takmıştım. Gözlerim o vakitler “angel”i fark ediyor ama önemsemiyordu. Beşinci sınıfta, abisi edebiyat yar doç’u bir Türkçe öğretmeninin tekme tokat dalışlarına “yazık oldu genç kıza, güzel kızdı abi” türünden iç çekişler. Herif, yani öğretmen, sapık ilan edilinceye kadar dersimize girecek –burada sapıklığın cinsel boyutu yok, fikri boyuttan ibaret, bana Attila İlhan okutacak, yıl sonu merasimine Üçüncü Şahsın Şiiri’yle hazırlanacak, müdürün “hocam, bu velet zenginlere hürmet konusunu astığı için, hani, okutmasak” çıkışlarına maruz kalınca, şiiri ezberlediğimle kalacak, yıllar sonra onu da yanlış ezberlediğimi anlayacaktım. Neyse dedim, rezil olmaktan kurtulmuşuz. Sonra dedim, kim biliyordu ki bu şiiri. Ben de arkadaş ortamında Adem’le Hamit’e söylerim dedim. Çetenin de şairi katibi falan olurum. Olmadı. Aralarına almadılar. Dördüncü sınıftaydılar.

“Tükenmez kalemle de yazabilirsiniz” adlı öğretmen, biranın pek de içki olmadığını, sonuçta faydalı bir taraflarının bulunduğunu söylüyordu. Gidip koşuyorduk ya da o bize geliyordu ve soruyorduk din kültürü öğretmenine: “Şimdi hocam, nedir yani bu iş?” “Hoca hanım ayıp etmiş çocuklar, bira düpe düz haramdır.” Vaktinde söyleseydin de başlamasaydık be hocam! Biz altıncı sınıftık. Büyümüştük. Artık ürtmenim yerine hocam diyorduk. Ben gene komiklik olsun diye arada ürtmenim diyordum. Adem’le Hamit daha beşinci sınıftalardı. Yani tam olarak büyümemişlerdi ama onlarda “hocam” diyordu. Beşinci sınıfta öğretmene hocam diyen iki kişiydiler. Birini okuldan aldılar, inşaata verdiler. Devlet olaya el koydu. Yani ya, sekiz sene okumaları lazım. Sekiz sene daha mı? Yok canım, üç yıl daha. Toplam sekiz sene. Ölüm gösterildi, sıtmaya razı olundu. Mevzu yedinci sınıfa taşındı.

“Siz benim oğlumu nasıl zorla okula çağırtırsınız hoca” diye çıkışan Adem’in velisinin çıkışına değil, “hocam” yerine “hoca” demesine şaşırıyorduk. Yani ya, hocama nasıl hoca der. Hiç mi zenginlere hürmet konusunu işlememiş. Adamın cahil olduğunu ailelerimize de onaylattıktan sonra fahrenaytın santigrat cinsinden ısı yalıtımına etkisini hesaplatan hocayı dinliyorduk. En arka sıralarda ben başrolünde Memoli’nin oynadığı, Süleyman Turan’ın yardımcı oyuncu olduğu bir filmin senaryosunu yazıyordum. Küçük yaşta bütün kötü abileri dövme kabiliyetim ciddiye alınmadığından, yani “herkesi nasıl dövcen oğlum” çıkışlarına maruz kaldığından, senaryom yazılmadı. Siz benim senaryomu beğenmiyorsunuz öyle mi? Bir daha nah anlatırım diyordum. Artık özenli senaryolarımı güzel insanlarla paylaşıyordum. Adem’le Hamit’in bu taraklarda işi yoktu. Fen Bilgisi’nden kağıda hiçbir şey yazmadıkları halde sınıfı geçtiler.

Size sekizinci sınıfı da anlatabilirdim. Angel’in beni sevdiğini, sonra İlhan Mansız’ın en karizmatik adam olduğunu, bunun da ekmeğini yediğimi, yani sırf adım şey diye, sonra Angel’in zorla yanıma oturduğunu, İş Eğitimi öğretmeninden okkalı iki tokat yediğimi, okul takımında parlayıp kulüplerin transfer listesine girdiğimi, bonservisim elimde olduğundan beni kolayca transfer ettiklerini, işin sonunda bonservisimi gene elime verdiklerini… Bütün bunları anlatırdım ama mevzu o değildi. Ben liseye giderken Adem ve Hamit sekizinci sınıftalardı. Son üç ay çok sıkıldılar, aileleri de sıkılmıştı. Devamsızlıktan kaldılar. Sonra el birliğiyle geçirildiler. Sonra inşaata gittiler. Çalıştılar. Adem, Fatih’in bela abisinin yanağını kuş lastiğiyle patlatmıştı. Adem, o aralar fazla mafyatikti. Boyu çok kısaydı.


Sonra ne mi oldu? Benim hiç Üsküdarlı vakitsiz şiirim olmadı hiç dereboyu çıkmazında rastladığım kız arkadaşım ve hiç görünce gözümü alan mavi göz kapaklarım. Adının değişik ritmlerine el salladığım bir kelebeğe cevap yazıp sildim bütün bildiklerimi. Cevabın sonunda yarısı beynimde kalmış şu satırlar yazılıydı: “… akşamında seni tutup getirmişler ellerinde menekşeler seriliymiş?” Ve türlü filmlerin son sahnelerindeki çığlık sesi: Hürmet konusunda eksiğin var çocuk. Ellerini önünde birleştirmeli ve de hafiften boyun eğmelisin. Hasssıttırınlan.

5 Ağustos 2017 Cumartesi

Zehra'yı Överken Yermek İnsanları

Ey, gürz bakışlı şairin “lâ” telinden girdiği bahar. Kaybetmiş sokak, kazınmış enkaz, saçların pınar. Sol ciğerinin altında ne varsa gömülmüyor artık. Bir çiçek de ben dererim elbet iz düşümlerine.

Şimdi sen ölü ruj artığısın rengi boğuk. Zehra’ya bunu söylememek için kiremit ısırıyorum. Kara borsada kamyonlar kızak kırırken kırıtan. Kumu sıkınca ayna oluyorum Barış Manço.

Zehra soruyor oynaklarım gülme biçimi. Dudak kıvrımın deniz troleybüsleri düdük şefi. Zenciler martı olmaz şakırdamak şarkılar. Telgrafın tellerini kurşunlarken rockçılar.

Yaylılar yaylalarda yayıldılar beyaz. Garajhanelerin grisinde oturdular siyah. Burunlarından çıkan egzoz dumanlarına. Ve düşlere aldırış etmeden savaştılar.
Savaştan kaçanlar Akdeniz’de boğuldular.

Sen bahçeye girdiğinde. Düşen kuşları toplayan Zehra olmak isterdim. Cinsiyetim el vermiyor.

Kız arkadaşım vardı
5 vakit namaz kılıyordu
11 tane kot pantolonu –ikisi kumaş-
8 çift ayakkabısı –dördü pembe-
Ve 21 tane baş örtüsü vardı -16’sının üzerinde marka yazılı ve başına geçirince markalar sırt kısmından görülüyor ve markası olmayan diğer 5’ini ya hiç giymiyor ya da evde akraba yanında giyiyor-
Ve starbaks’tan çıkmıyordu.
Albayım, beni kimseyle evlendirme!

Sen siyah güneş gözlüklerini -ki güneş gözlükleri siyah olur- takmazsan hanımefendi olamayacağını zannediyordun. Ve ben sana Zehra olamayacağını söyleyemiyordum.

Zehra! Zehra! Ey! Ben şimdi akustik çam ağacının. Akustik çam ağacı olduğu kanaatindeyim. Derdâ’yı Derda’dan çok sevdim. İdeolojik resimleşmelerimizin bununla ilgisi yok. Sakın kendini tüketme.

Bürünmek tirenlere
Tükürüklerde soğumak
Ve bilimum gıda ürünleri…

Gidiyorum! Yanıma seccade almak isterdim. Bulaşmasın diye içimin pislikleri. Evde bıraktım.

Yıkılsın postmodernizm!

22 Temmuz 2017 Cumartesi

Madam Ş'ye İlhan-ı Aşk

Amma benim güzel güvercinlerim yok madam. Bu işte bir yalnızlık var. Ellerimizin arasından kelebek misali kayıp gidiyor zaman ve hiçbir kelebek bir günden daha uzun yaşamıyor madam. Diri şarkı, ölü şarkı, ey şarkı, tutsa beni. Tutsa bu kadının gözlerindeki kahverengiliğin taa dibine ve çağıran olursa duymayayım diye aç kendi sesini. Aç, dalgalanmayan dumanlar bizden değil. Sigarasız dumanlar bizden değil. Siz de benimle aynı fikirde olun diye, açıyorum ciğerlerimi bakın, bakın, görmüyor musunuz? Siz, en taze şarkılara şiirler yazdıran kadınlar. Hele önce kendinize sonra da madama bakın bee. Şu madama bir bakın beee. Heeeeeyyttt, destuuuuuur, şey ma’dam gözlerinize dalabilir miyim sessizce?

Güvercinleriniz nerede saklı madam? Hangi dilinizin altında bin yıllık geçmişiniz? Nolur söyleyin söylenimi dilden dile. Ben sisifos değilim! Neden arkanızı dönmüyorsunuz? Sırtımda taşıdığım dünya değil madam, dünyanın gözlerinize iz düşümü. Sizin şiir yazdığınız yerden doğal maden suyu fışkırır madam. Soda mideme iyi gelmiyor! Ey billur papatyalara ressamlar çizdirten, (madamdan bahsediyorum evet) Ey kelebek düşlerin ıssızlığına gülücük koyduran kadın. Sen ki beni girdapların b ile yazıldığı dillere destan eyleyip güvercinlerine nilüferler rengi vermişsin. Sen ki… ya bu nutuk havasını bırakalım be komşu. Bırakmayanlar bizden değil. Sigaramı yakar mısınız. Ciddiyim. Hey bee, şu madam yani ya nedir böyle bee?

Amma benim güzel kokulu nergislerim nerede madam? Bu işte bir yalnızlık var. Sesiniz incecik dağların meltemlerine taş çektiriyor utanmıyor musunuz? Ne yüzsüzsünüz be. Yani siz, yani hepimiz. Ayıkken sarhoş hissetmemizin nedeni nedir beee? Şu madama bir bakın bee. Yani ya şu gözlere iç çekilmez mi bee? Heyyyyt, destuuuuuur, mamalaksoyka alır mısınız size bir çift göz verse?

9 Temmuz 2017 Pazar

Kırılırken Ellerimde Yalanlarım

Su. Bağrı kumla yarılmış şehir. Çok oldu tuzundan koklamadığım. Geçmiş bakırcılar çığlığı. Sesime git. Sesimi bul. Ve bana getir. Titreyen ellerinden nicedir su içmedim. Nicedir bir göz bulup bulutlara meyletmedim. Hangi çağın ardında bir yaban mevsimidir şimdi tırnakların. Görebildiğim. Gördüğüm. Hepsi su. Dün kesilmiş gibi bir tırnak. İnce parmaklarından seviyorsam hayatı. Hepsi bugünü önceden gördüğümdendir. Karanlık adamlar gölgende. Bir siyah jilet çiziyor. Beni bul. Beni yargıla. Şimdi sesimi sunuyorum gecelere. Karşılıksız çöl fırtınaları. Ve avutuyor beni çocuk yaşlı bir bilmece. Kayalar yuvarlanıyor düşlerimden. Rüyalarım bitiyor. Hayal yudumluyor asfalt. Yaralarımı yosunlarla sarıyorum. Tuz döküyorum karaltıma. Yanıyor bedenimde gizli yanılgılar. Kaç yaşındaydım bilmiyorum. Yokluğun bilinç altıma kazındığında.

Bu. Yakışıksız çekirge. Dumanları gevrek çingene. Titrer adım sarıyor bacalarını. Gökyüzüm benim rengimde. Ve çelimsiz bir gökkuşağı ardına düşen. Sesin kirli düşlerin çığırtkanı. Oluyor. Bağırıyorsun. Gazeteler yazmıyor adımı. Okuyorsun. Engiz’de. Polis Okulu’nun arkasında. Sahildeki çamlıkta. Bir çadır. Ve içinde. Tüm yanılgıların müsebbibi. Anons yok. İspiyon yasak. Tek sıkımlık dalgalar. Alıp götürür mü beni de. Hayır. Yakamoz yok. Şehir ıslak. Karanlığın içinde bir nida. Üç hece. Adı Sümeyye. Kanlı ve gaddar. Yılışık. Türlü işve. Yanlış çingene. İki hece. Adı Bulut. Erkek fahişe. Tek hece. Adı Beyazıt. Bey’miş azıt’madan önce. Ve tüm bu yanılsamalardan sıyrılmış ellerin. Parmakların. Tırnak. Dün kesilmiş gibi. Merhametli. Islak. Tüten sigara seslerinde. Yeni ve yeni olduğu aşikar. Gözlerinde bir bilmece. Günlerden neydi bilmiyorum. Seni ilk gördüğümde.


Hu. Allah’a çıkıyor bütün yollarım. Polisten kaçan. Anonstan uzak. Şeytanla savaşlarım. Bir uyuşmak gelip konmuyorsa bacaklarıma. Yolun sonunda olduğumdan. Yolun başında durduğumdan. Yolda konakladığımdan. Hepsi Hu. Doğru. Engellerim ellerimde. Merhem yok. Sana bir hediyem var. Su. Hepsi bu. Kime rastlasam kimliğim yargılı. Bir tabancadan çıkan. Ve zikzaklar çizerek. Gırtlağa yapışan. Göğsüme oturduğunda kanlı. Ciğerlerimde ıslak. Tanınmamış meyvelerden geriye. Belli ki bunun için gelmiş. Yakışık olmazsa diye. Düşünmeden. Gri kayaların yedirdiği. Kurtların ve uluların önünde. Bir ciğer kesip iki parça etmiş. Biri bu. Hepsi bu. 

19 Mayıs 2017 Cuma

Söz söylemeden Önce Dilini Isıranların Şiiri

Dilini ısırdı. Kulağındaki gülü çıkarıp kokladı. “İşte” dedi, “her şey gülle başladı ve gülle devam etmeli, hiç bitmemek üzere…”

Bütün bir tarihi bu cümleyle anlattı. Gülü ve kendini, anlamayanların zihinlerinden soyutladı. Anlamı, anlayanlara mahsus kıldı. Geriye yalnız sevmek içgüdüsü ve yalnız parıldayan kalp ritmleri kaldı.

12 Mayıs 2017 Cuma

Ben Şarkılarla Besle! Yüreğinde Isıt!

Beni şarkılarla besle, ellerinle yetiştir. Gözlerine demlediğim şiirle sev beni. Oldu olacak ellerimden de tut, hiç bırakma. Bu denizlerden bu sahillerden şu çocuklardan ne’miz eksik bizim. Güleriz biz de tüm hıncımızla tüm sancımızla. Her şeyi yerli yerine koyar çeker gideriz bu şehirden de. Ama beni şarkılarla besle, ellerinle dinlendir. Dün aldığın entarini giy akşam çıkarken. Beyaz gelecekler altında yeni lodoslara meylet. Biz böyle iyiyiz deyiver soran olursa. Tutmasın zaman bizi tutmasın şuracıkta. Haydi gel, gidelim oralara, öte taraflara. Bin yıl savaşlardan kanamaş ruhlarımızı tertemiz etsin yıldız. Sonra beni şarkılarla besle. Ellerinle sevmeyi unutma.

Varsayalım yalnızız bu dünyada. Hem kimimiz var ki. Bulutların altında bir senle ben varız. Tutuşur yanar bizimle bahar geceleri. Dilinde nem saklı senin. Dilini çıkar. Dilini ısır. Söküp at tüm kelimeleri. Ellerinde nergis desenli menekşeler var senin. Tut ki yanılmışız bu dünyada. Tut ki yanmışız fena bozulmuşuz ne çıkar. Bu gökdelenler değil mi bizi yakan. Yaksınlar. Yeter ki uzasın boylu boyunca incecik saçların. Sen kal ben kalayım aşkımız kalsın. Geriye ellerinden bir mısra, gözlerinden nihavend kalsın. Gitsin şarkılar şaraplar şiirler kimse kalmasın. Yalnız sen kal. Kalanlara acıma yansın.

Böyle bir akşam güpegündüz serildi önüme gökyüzünden turnalar. Göçen kuşlar. Göçmeyen kuşlar. Dilime dokundu gözümü ısırdı papatyalardan menekşelerden bir mısra. İçimi aldı gitti bahardan kalma martılar. Ve hüzün. Tüm hıncını çıkardı kargalardan. Ellerimizde güzel sesli şarkılar. Süzüldü etrafımıza çocuklar. Bu şekerlerden bu kamışlardan sonra. Bu kaldırımlardan al beni kurtar. Beni şarkılarla besle. Ellerinle büyüt. Sabahları günaydın demeyi unutma.

Her gece aynı şarkıyla büyürdü keşan. Her gece acem aşiran. 

7 Mayıs 2017 Pazar

Sahildeki Kız ya da Gitar Sesi ya da Yaşamak adlı bir kitabın son cümlesine ramak kala yazarın kaleminden çıkan ve sonra yazılmaktan vazgeçildiği için silinen ve editör tarafından hiç okunmayan, okunsaydı bile beğenilmeme ihtimali bulunan satırların hiç de yalanı aratmayacak bir sahilde yaza girerken çizilmiş anatomik resimlerinden geriye kalan girdaplı dumanlar ya da Lüzumsuz Gözyaşları: Belki de bizim yazılarımız, birilerinin yazmaktan vazgeçip sildiklerinden ibarettir

Sahilde bir bankta oturmuş ağlıyordu. Ağlamak ne kelime, buram buram iç çekiyordu. Yanına gittim, “nedir dedim, derdin nedir?”

Anlatmak istemedi. Kalkmaya yeltendi. Beni bir kaya farzet dedim. Kimseyi anlatamadığın derdini, kimsenin olmadığı bir yerde bir taşa/kayaya anlatırsın ya. Bütün derdin, kinin, nefretin taşa geçer. Rahatlarsın. Öyle düşün. Nasıl olsa beni bir daha görmeyeceksin, nasıl olsa birilerine anlatsam bile ruhun duymayacak.

Konuştu… Lisede bir erkek arkadaşım vardı dedi. Ergendim, kanım kaynıyordu. Erkek arkadaşıma yanaşmaya başladım. Ama o oralı bile olmuyordu. Lise son sınıfta okulun en yakışıklı erkeği yanaştı bana. Dayanamadım. Kandırdı beni. Kendimi ona kaptırdım. Birlikte oldum onunla. Erkek arkadaşımdan da ayrıldım. Ama bu lise son sınıftaki çocuk, hayatımı alan çocuk, beni terk etti. O halimle bir başıma kaldım. Sonra çok pişman oldum. Bir daha asla böyle bir şey yapmayacağıma söz verdim.
Evlendim sonra. İki yıllık evliyim. Kocama lisedeki bu olayı anlatınca başta tereddüt etmişti ama sonra kabullendi beni. İki ay önce bir işe girdim. İlk zamanlar kimseyle iletişim kuramadım. Sevmiyorlardı beni. Benim de onlardan hazzettiğim söylenemez. Sonra bir çocuk ilgi göstermeye başladı bana. Hoşuma gitti. Sonuçta ofisteki tek arkadaşımdı. İş çıkışları kafelere falan gittik. Çok ısrar ediyordu kıramıyordum. Sonra yavaş yavaş ben de gitmek istedim. Her mesai sonu çağırsa da dışarı çıksak diye bakıyordum. O da hep çağırıyordu. Evine çağırdı bu sefer. Bir kahve içmeye. Gittim. Nasıl oldu ne olduysa oldu işte. Anlamadım. Kocamı aldattım. Ağlıyorum ya, kocamı aldattığıma falan değil, kendime ağlıyorum. İnsan kendine ağlar mı? Ben ağlıyorum işte. Kendime ağlıyorum, kendime üzülüyorum.

Teselli vermem gerekiyordu. Elimi omuzuna koydum. “Üzülme dedim, orospular için değmez.”

Adam kalktı sandalyeden yürüdü boylu boyunca bir şehrin
Açıldı düşe kalka bir mevsim ve yıldızlar kara geceyi resmetti
Kadın dondu gözleri dümdüz yelkovanlar saatler menekşelerle
Yağmurlar güneşler dumanlar ve sam yeli adamla birlikte gitti

15 Nisan 2017 Cumartesi

Özgürlüğü Arayan Adam Çareyi Gitmekte Bulur

-İlhan nerde?
-Denizde...

Çıkıyorum denize nazır evimden. Çıkıyorum herkesin manzarasına vurulduğu, Ş’nin “burada yaşayalım” dediği evimden. Çıkıyorum kafamda hiçbir şüphe yok. Artık arabamda yaşayacağım. Çekip deniz kıyısına dalga seslerini koklayacağım. Artık bütün evler benim, bütün sokaklar, bütün deniz, değme sahil… her yer benim. Bohemin dibinde, kainatın üstündeyim soran olursa. Şimdi deniz suyumu kovalarla getirir, balıklar şiirimi besteler, güvercinler bir kere de benim için atar taklalarını. Çıkıyorum çünkü bu benim. Ben böyleyim. Dört duvar arasına sıkışıp kaldıktan sonra ister hapishane ister ev. Ne fark eder? Kafama eserse giderim oraya, sıkılırsam dönerim tekrar. Benim değil mi kanalizasyonlar, ben değil miyim köşe başlarında çetecilik oynayan.

Gece yarılarında otelden ne farkı vardı evimin. Bir yatak bir de banyo değil miydi bütün derdim. İşte yatak: arabam. İşte banyo: yağmurlar ve deniz. Biz de varız ey ilhan biz de varız derseniz… buyurun misafir edeyim sizi de. Dalgalar yastığımız, balıklar yemeğimiz, arabam kulübemiz olur. Yok ben yaşayamam derseniz. Buyurun, sizin dört duvar. Buyurun sizin hapishaneniz.

Böyle bir adam özgürlüğün düştü peşine, artık uyumuyor geceleri de, girdi bir aleme ki çıkmak nedir bilmez. Bir deniz var halinden anlayan, bir de balıklar. Sokak köpekleri yoldaşım, filozof kediler kardeşim, dilenciler aziz dostumdur benim. Biz kaldırım çocukları olmaya meyyal, yeni ve gizemli şehirler arayan, onca derdi bir kenara atıp çekip uzaklaşan… kaç kişi kaldık şu dünyada. Şimdi dünyada kalan ama dünyadan olmayanların şerefine… çıkıyorum evimden. Denize nazır bir evim vardı; artık denizin kendisi benim…

Ne demişti şair: ne zaman hürlüğün barışın sevginin aşkına bir cıgara atmışsak denize, sabaha kadar yandı durdu… 

4 Mart 2017 Cumartesi

Kış Mevsiminde Yazılmış Bir Sonbahar Yazısıdır

Mevlam ayrılık vermesin
Gökte uçan kuşa Leylam
Gökte uçan kuşa verilmeyen ayrılık. Bize değil, sevdiklerimize değil, insanlara değil; gökte uçan kuşa. Kuşlara bile verilmeyen ayrılık… Göçmen kuşlara, göçmeyen kuşlara… Onca şiir, onca şair, değme imge, değme metafor hiç kalır yanında. Klasik şairler, modern şairler, bir halk türküsünün sözlerinde erir. Ben de buradayım diye bağırır anonim bir ses:
Ölüm Allah’ın emri de
Şu ayrılık olmasaydı
Kalp titrer, dil susar, gözler alabildiğine enginleşir. Mekan ortadan kalkar, zaman kaybolur. Gurbet, memleketi olanlara aittir. Memleketi olmayanın gurbeti olmaz. Onun bile kıymeti bilinmelidir. Hani diyor ya Mevlana: “Hangi ilahi aşk anlaşılmış, hangi fani akılla.” Onun gibi bir şey işte. Nefes alır verirsin. Tarih ilerler, saat yerinde durur. Her sonbahar, bir kış mevsimine mahkumdur.

Eylül…
“İki kere doğmayan cennete giremez” der Gaybî. “Müminler ölmez” diye karşılık verir Bursevî… Hiç ummadığın bir anda aklına düşer bütün çocuksu kanmaların, bütün uslu yalanların. Neşet Ertaş dinlediği belli bir şarkıcı mikrofonu alır eline ve “sezgi’nin bir dilsiz râvî olduğunu buldum” diye çıkışır. Dilsiz râvî; dilsiz rivayet eden; “sezgi-rivayet-hadis”… Bulanık mı? Her şey mi bulanık? Köpüklerin silindiği an, denizin masmavi olduğu andır. Bir meyvede çekirdeği ve bir çekirdekte bütün meyveleri görürsün. Adına eşya denen hiçbir şeyin olmadığını, bu dünyada baki kalanın hoş bir sada olduğunu, o sesin öldükten sonra da duyulacağını, dünyanın ses gibi baki kalmayacağını, fani dünyada baki sesin nasıl kalacağını anlarsın. Anlarsın ama anlatamazsın. Kelimeler yetmez. Sezgi dilsiz bir râvîdir artık. Göz görmez, kulak duymaz. Temizse kalp, ancak o zaman hissedilir.

Ekim…
Prometheus’un ciğerini yer kartallar. Yer ve ciğer yenilenir. Yenildikçe yenilenir… İnsan yanar, yandıkça derisi yenilenir. Yenilendikçe yanar, yandıkça yenilenir. Prometeus mu? Antik Yunan mı? Cehennem mi? Yalnızca hayatı dolu dolu yaşayanlar yorulunca kenara çekilmezler. Hayatı yaşamak, dolu dolu… Gezerek mi, tozarak mı? Hazzın bin türlüsünü tadarak mı? Yoksa Yunus gibi mi? Çiçeklerle iyi geçinerek, gülü incitmeyerek mi? Ve kenara çekilmek nedir? Dünyadan el etek çekmek mi? Durulmak mı? Yolda olmak nedir? Yürümek mi? Yaşamak mı? Sizin “yaşamak”tan anladığınızla benimki aynı mı? Günlerden Pazartesiyse ve “üç gün sonra buluşalım” dersem, Perşembe mi buluşacağız, Cuma mı? Üçüncü gün mü, aradan üç gün geçtikten sonra mı? Cevaplarımız aynı olacak mı? Yeni ve kısık bir sesle söze girer Yunus: “Adımız miskindir bizim”. Yahu tembel değil, meskenet diye bir şey duymadınız mı?

Kasım
İntihara bir ay kala hayattan son bir nefes çalar mevsim. Sizin “pastırma yazı” dediğiniz sıcaklığa, biz “kainatın ölümden önceki efkarı” adını veririz. Efkardır, sıcaklatır. Efkardır, terletir. Son kez çiçek açar yediverenler. Son ve en lezzetli meyveleri verir. Yüzlerinde her şeyi olduğu gibi kabul edenlerin tebessümü… Tatları da hazları da bu dünyaya ait değildir. Yanlış yoldan gidenler, meyvelerin yoldan çekildiklerini zannederler. Halbuki meyvelerin yolunda, yoldan çekilmek yoktur. Çünkü onlardır hayatı dolu dolu yaşayanlar ve yorulduklarında yoldan çekilmeyenler. Çünkü onların yolunda yorulmak yoktur. Mevlam ayrılık vermesin gökte uçan kuşa. Bu söz yazılmış en büyük ütopya değil de nedir? Ayrılık yok, yani dert yok, yani keder yok. Yalnız sevmek var, sevmekten başka bir duygu yok. Yediverenlerin, meyvelerin, çekirdeklerin dergahında. Ağaçlar bize, onları sulama imkanı verir. Eylemi gerçekleştiren insan değil, ağaçtır, meyvedir, çekirdektir. Ve tevazularından bunu asla söylememişlerdir.

Sonbahar’ın Ölümü

Bu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi
Her ölüm erken ölümdür. Ama bazı ölümler daha bir erken sanki. Bazı ölümler ise ölüm bile değildir, düğündür, bayramdır, vuslattır. Ayrılık sonrası dönüş heyecanıdır. Doğumdur, iyiliktir, güzelliktir. Biçilirken gök ekinler, onlarla bir damla yaş dökmektir. “Gidiyorum elveda” değil, “gidiyorum, merhaba” demektir. Sonda söyleneni başa almak; “çok şükür diyerek yeniden başlamanın hayali”ni kurmak gibidir. Sizden “gidiyorum”; sana geliyorum, “merhaba” gibidir. Kalanın değilse de, gidenin gönlü hoş gibidir.


26 Şubat 2017 Pazar

Film Şeritli Duraklar: Güneşi de Alacağım Dizlerime! Nasıl Ay'ı Aldım Da Ko'dum Onu Da Alacağım

Dizdim ellerine türlü çiçekler türlü menekşeler türsüz kasımpatı.
Bakıyordu limanda kahverengi saçlarıyla delik deşik bir samyeli.
Hali her kokuyordu heyecan haberlerinde televizyon vardı elleriniz.
Şarkıda mısra bir ahenk ki sormadınız kim bilir kimin yasemini.
Baharda güneş kokulu akyeldiniz ak yeleleriniz türlü koşmalara meyyal damlıyordu.
Bitiyordu şuracıkta nefesiniz çiçekleri kaktüs gibi parlıyordu sevdiniz.
Benim yolları o geçen adımda her gülüşünüz saklı
ve atıyordu taklalar değme güvercinler değme samyeli.
Kuruşluk beş nilüferleriniz yelkovan geçiyordu türlü şehrinizden türsüz bacalarınızdan güneş ağlıyordu.
Sormadınız mısra bu kaçıncı bahar geçen yollardan geçmeyen senelerden hiç gibi güldünüz.
Benim saçlarım kevgir kokar adamın yarım işçilerinden mesaiye kaldı dakika hiç.
Sormalı mı akşamı sarmalı mı sarmaşıklar dolambaçlı yollar karaltında üç mısra.
Adında şair saklı terinde ilaç bir gibi yasemin kenevirler kerevizler ve bacasız güz.
Durak bir otobüs bir otobüs tam buralarda tam köşeyi dönünce ellerinizde her mevsim.
Bahara başka kaldı sanki durmadan koşar adım durmadan duraklara kapalı.
Mehtap düz belki ışıklı aydan sonbahara engizden körfezden çingeneler romanlar şiirler yazılı.
Mevsim her mehtaba bir kala bir kalalarda oracıkta öylece durakaldınız.
Eldivenler kesilmiş mantonuzda tüy resimler tüy kırlangıçlar ve siz.
Samyeli gibi tan yeri gibi değme çiçeklerle değme kaktüsle film şeridi gibi geçtiniz.