30 Eylül 2013 Pazartesi

sene-i devriye

Ben özledim ya. 
Bazı insanlara doyamıyorum. Böyle hep gelsinler yanımda dursunlar ya da içimde hiç durmadan çalsınlar gibi. Tekrar tekrar göreyim dinleyeyim gibi. 
Hatta tamam onlar gelmesinler ben gideyim gibi - ve bi türlü gidemedi!




29 Eylül 2013 Pazar

Bakir Efendi

Efendim zamanın ve mekanın birinde şimdi desek de bilmezsiniz, bir oğlan yaşarmış isminden çok namı ile bilinen. Bakir efendi derlemiş de sırrını bilen yokmuş, bir meclise girdiğinde ahali sararmış etrafını anlat, derlermiş “Bakir efendi anlat, çok heyecanlı oluyor, bu bahsi geçen nerenin dilberi?” efendi gözlerini kısıp etrafa bakarmış anlattırmayın bana böyle şeyleri, hem dilber dilber olsa ne çıkar, aşk dediğimiz, iki sözüm ve gözüm ve türlü çiftlik eklerinin oyunundan ibaretse, bu meclise hiç gelmemiştir zaten, bizimkisi gönül eyleme, vakit eyleme…” O böyle dedikçe ahali başlarmış yanı başından “bir gün bakir efendi…”

Gel zaman git zaman hikayeler diz boyunu aşınca, güzel dilberler bizim efendinin muhitlerinde perde arkalarında ahları vahlarına karışmış vaziyette mahvolurken ve güzel oğlanlar nedir bu herifin sırrı, hem kim ola ki bu kadar ketum davrana, varsa bir bildiği söylese de bilelim minvalinde hasetten taharet alırken (tumturaklı laflarını sevdiğim efendi, bak da gör ne yakıştı bu buraya) efendinin dost meclislerindeki keyfi yitmiş, gitmiş. Kimse göremez olmuş onu etrafta, ve başlamışlar yine..” bir gün bakir efendi..”

Her hikayenin başında başka, sonunda başka türlüymüş bakir efendi, muhitler değişse de hikayenin ortasında muhakkak filan yerin en güzel dilberiyle bir tanışmışlığı olurmuş bizim efendinin. Bazısında efkarlı efkarlı cigara içişine vurulurmuş dilberler, bazısında hiç anlaşılmayan tınıda söylediği türkülere, bazısında da mekanı, zamanı, insanı başka türlü gösteren şiirlerine.. Ama ne yalan söyleyelim şiirlerinin okuduğu türkülerden daha çok sevildiği bir hakikatmiş.

Hikayeler almış başını gitmiş, efendi sakalını yaksa dumanı yedi düvelin yedi dilberinin camından içeri, gönlünden içeri girermiş, sormayın şimdi efendi niye sakalını yaksın diye, az biraz tuhafmış işte. Sonra, Efendi düşmek üzre olan bir dilberi tutsa kolundan sanki yol kayarmış da dilberin ayağının altından kendi öylece kalakalırmış. Sonra yine, Efendi bir mecliste otursa sadece dilberler mi delikanlılar da izzeti ikramda kusur etmemek için iki büklüm olurlarmış, ahali başta şöyle bir işkillenmiş “ulan dilberleri anladık da bunlara noluyo” gibisinde bir kaşları havada bir efendiye bir de mevzusu geçen delikanlıya bakarlarmış, sonra sonra anlarlarmış, mevzu, kalbi de kendi gibi temiz efendinin velfecri okuyan gözlerinde değil hoş sohbetindeymiş.

Bakir efendi bakmış olacak gibi değil, demiş “tamam, sorun hadi ben gitmezden evvel sorun da bu mevzu kapansın” Ahali önce bir sessizleşmiş, birbirlerine bakmışlar, yüzlerindeki ne sorsak ifadesi muzip sırıtışlara dönüşünce bizim efendinin kaşı kalkmış yine, hafiften doğrulmuş tam kalkacakken, ahalinin içinden bir toy delikanlının titrek, cılız sesi duyulmuş. Bakir efendi, demiş “ sevdanın hakikati yok mu peki?” Efendinin yere devrilmiş bakışlarında bir “nasip” gülüşü belirmiş; var desem ne olur, yok desem ne olur, demiş “senin az biraz suyun ısınmış delikanlı hadi bi dolaş gel”


Bunca mevzuya neden bu efendinin namının bakir olduğunu soracaksınız şimdi, derler ki hangi kalbe girse, hangi sevmek hikayesine konu olsa, çıktığında hiç sevmemiş hiç sevilmemiş gibi oluverirmiş. Göktürkler buna tanrının lütfu dese de, efendi bu lütuf sayesinde gönlü ferah mekan mekan, muhit muhit gezse de, varmış yine de bir derdi, kimse bilmezmiş.

Ebi'nin Gözleri

            Yalnızca batıdan gelip doğuya hükmeden ve ortadünyayı kendine mesken edinen kadınlara özgü hisli göz rengine sahiptir benim oğlum…
           Batıdan gelmediği gibi doğuya da hükmedemeyen ve ortadünya ile yakından uzaktan ilgisi bulunmayan bir kadına “oğlum” dedim diye oldu bütün bunlar. “Bana bir daha oğlum deme” dedi kadın. “Pardon, dedim memleket nereydi?”
            Bugün anladım ki Ebi, sevmenin ve göz renklerinin sınırı yoktur. Çizilen sınırlar, yalancı coğrafya öğretmenlerinin yalanlarından öte bir şey değildir. Hisli göz renklerinin baktığı coğrafyalarda sınır kavramı ortadan kalkar. Mesafe, alabildiğine yakınlaşır o gözlere. Bir yüzün girebileceği bütün şekiller hisli göz renginin önüne dizilir. Dünya bir anlığına duraklar. Göz rengi bir şekil seçer. Dünya o şeklin etrafında döner. Dünya bu defa, en güzel haliyle döner…
Diyeceğim o ki Ebi, onca gurbet türkülerine, onca mübadele sözleşmelerine, onca göçüp giden hisli göz renklerine ve hatta Sebt günlerinde balığa tövbe etmiş Sabetay Sevi’ye inat; sen benim -batıdan gelip doğuya hükmeden ve ortadünyayı kendine mesken edinen kadınlara özgü hisli göz rengine sahip- ilk ve tek oğlumsun.
            E bi de sonrası var, hep aynı olan: İyilik, güzellik ve hisli göz renklerinin melankolik bakışları…

            

27 Eylül 2013 Cuma

Karbonat Kıvamında Kokoreç

            Karbonat kıvamında kokoreç beynimin kıvrımlarına akıyor, yalan da olsa mutluyum Mora, bu bana yetiyor. Neşe, Dert, Aşk ancak Neşet Ertaş şarkılarına mahsustur Mora. Okkalı votkalardan ve de efkarlı rakılardan elimizi çekip, ceketimizi sığınaklara kitlediğimizden beri, bir sevda türküsüdür tutturmuş nereye olduğunu bilmediğimiz bir yere –ki bu yer kuvvetle muhtemel bir dönem Dimitris’in rakımızı hazırladığı Samos’un tepesidir- o yere kervan sürümekteyizdir Mora. Sen anlamazsın tumturaklı bilmeceli yıldızlı gecelerin yarı alkolik delikanlı bitirim ayaklarını…
            Bir gün, övünmek gibi olmasın Mora, Çakır’ın meyhanesinde demlenerekten ‘gençliğimizin sonbahar yapraklarına ihtiyaç mı var ulan, tez elden binelim birçok gidenin memnun kaldığı sessiz gemiye’ hesabı gazeller okurken çıktı geldi Sadri Baba, ağzında sigarası, gözlerinde “boncuk” edasıyla. Ayıptır söylemesi, inceden bir hüzzam geçti, klarneti bırakıp bir garip hicaza meyletti, hicran yine hicran mı bu aşkın sonu’na bıraktı kendini. Hafiften doğruldu, kaşla göz arasında rakıyı fondipledi, kıstı gözlerini bana baktı. “Ulan mamalak” dedi, “hayat nedir bilir misin?”
            Hey yavrum hey, mamalak kardeşine sorulur mu bu Mora! Ben sevdanın icadından girip aşkın en müjgan hallerine kıvrılan, varoşçul yalnızlığımın erkete aşklarından bahsederekten ve de fena halde demlenerekten nice döktürdüm Nedim’den, Şeyh Galip’ten, Fuzuli’den, Baki’den. “Kes” dedi abim “kes, yok bu şehr içre vasfettiğin dilber koçum” dedi sustu abim.
            Eyvahlarımız vah vahlarımıza karıştı Mora. Nasıl karışmasın, biz turistliği turistin kendisinden öğrendik be Mora. Tabi sen bilmezsin, iki kaşın ortasında hasırdan bir çizgi belirdi mi, nice zamazingolar eşrafa emanet edilerekten volta vakti gelmiş demektir. Ben pabuçlarımı ayaklarıma geçirip kainata isyancıl bir susuş fırlataraktan hangi kapıdan kendimi araklasam da kurtulsam diye etrafı kolaçan ederken gırtlaktan bir ses yükseldi Mora:
            “Hayat demek, ölümü beklemek demektir.”
            “Ulan çakır, bir 70’lik daha, mevzu derin, bu gece içilecek…”
            “Az çok hepimiz denizi, yıldızları, ağaçları, işte falanları filanları göreceğiz.”
            “Ulan çakır, nerde kaldı bizim 70’lik?”
            “Birçok şeyin tadına varacağız sonra da ister istemez gidiyorum elveda şarkısını söyleyeceğiz.”
            “Çakır, 70’lik iptal, 100’lük getir. Az biraz biz de demlenelim…”
            Aldı kadehi eline, cebinden bir cigara çıkardı, bana da uzattı abim. Ve lakin ağzımdaki izmaritin farkına sonradan vardı, “jeton” dedi “kareli mamalak, bakma kusurumuza”. “Kusur varsa ağzımızdaki izmaritindir üstat, asıl sen…”
            “Kes ulan” dedi, kaldırdı kadehi, “Öyleyse kalanın da gidenin de gönlü hoş olsun” dedi.
            Gitti Mora. Karanlıkta karanlığa basmadan yürümeyi biliyor gibi gitti. Aldığı her yarım nefes cigara dumanında intihara meylediyor gibi gitti. Yalnızlık zor, dile kolay be Mora. Ben alnıma bu yazıyı kendi elimle yazdım der gibi, beyhude bekleme giden gelmez yerine der gibi gitti.

            Öyleyse gidenin de kalanın da gönlü hoş olsun Mora.

26 Eylül 2013 Perşembe

ben ve hepimiz hakkında

sevgili adınısenkoy'un sohbetin duralayan yerlerinde ani çıkışları vardır, kendi iç sıkıntısı ve iç sesleri mütemadiyen devam ettiğinden, dostlar arasında sağı solu dinlerken eğleştiği ve kendini yormaya ara verdiğinden uzun suskunluklara tahammül edemez, kendi iç seslerini bastıracak hararetli bir konu açılsın ister ve heyecanla atılır, "haydi biri hayatının sırrını açıklasın!" bunu öyle bir heyecanla söyler ki hayatlarımızın sırlarını paylaşasımız gelir ammavelakin haftanın 7günü günde en az 5er saatten bir arada olan bizlerin birbirimizin bilmediği bir boku kalmamıştır... güler geçeriz... kimi hadi ben bir sır açıklayayım der maksat ortam şenlensin, uydurur bir şeyler, güler geçeriz, yeni çaylar gelir, çayların yanına kahvenin yanına gelen lokumdan isteriz. birilerinden bir şey isteyeceksek biz hep ebi'yi seçeriz. ebi öyle güzel, öyle tatlı ister ki, mesela sipsi ister sürekli yere düşen sipsilerden biri yerine, ya da hava serinledi diye bize battaniye ister, ben derim ki, cafenin anahtarını getirecek garson, "hanfendi sadece sipsi değil, alın her şey sizin olsun" diyecek...
ben kandırırım mamalak'ı derim bir kere biz ebi ile oturuyorduk bil bakalım noldu, her seferinde kandırsamda onu, her seferinde inanır... vaveyla üşüyordu bir keresinde ebi ona battaniye istedi, battaniye yokmuş ama garson gitti kendi ceketini getirdi. "harbi mi lan" der mamalak, harbi derim. vaveyla da harbi der, yalanı ben başlatırım ama çakal vaveyla planımı anlar ayrıntıya girer... eski çaylar gider, yeni çaylar gelir, köz değişir, lokumlar bittikçe tazelenir...

hayatlarımızın sırrı yok, çok değişik tanışma hikayelerimiz de yok, bizler öğrenciliğin maddi yüküne dayanamayarak burs başvururları yapmış, nihayetinde onca sınavlardan özgeçmişlerden sonra aynı yerden burs kapmayı başarmış bi grup çileli öğrenciyiz.. (mamalak öğrenci değil turisttir onu da belirtmeliyim)

sahaf festivallerinde, imza günlerinde, bir otobüs yolculuğunda, tiyatronun bekleme salonunda tanışmadık. birlikte adalara, modalara gitmedik, biz hep aynı kafeye, aynı kafenin aynı köşesine, aynı sandalyesine oturduk. aynı oyunları oynadık... bu kadar aynı şeyleri yaptık çünkü biz birbirimizden çok başkaydık. hayatımda ilk defa hep aynı kafeye gitmek hep aynı yere aynı insanlarla oturmak istiyorum, çünkü bizde konuşacak şey bitmiyor ve konuşacak şey kalmazsa, biri çıkıp hayatının sırrını açıklıyor, sohbet yine devam ediyor...


tüm mümkünlerin kıyısında

evet mora, şimdi şu anda her şey mümkün işte...

bugünü çok farklı şekillerde geçirebilirim. sonbaharın bu ılık gününde üzerime ince bi battaniye alıp, bi makine kahve yapıp, beş on sigara sarıp L koltuğumun uzun tarafına kurulup tüm günü nicedir ertelediğim kitapları okuyarak geçirebilirim. saatleri ayarlama enstitüsünü bitiririm... nurdan gürbileğin sırası gelmiştir belki, ebi'nin hemencecik okudum çok da sevdim dediği o makaleyi okurum, kaç hafta oldu kim bilir onu gözüme yakın bi yere koyalı... evet evet onu kesin okurum, pinokyonun modern uyarlaması var, hediye geldiği günden beri niyetlendiğim ama daha giriş yazısını dahi okumadığım... lale müldür okurum belki, kaç gündür aklımda bak. sonbahar da gelmişken turgut'u daha fazla ertelemesem iyi olucak, şiir günü yapayım en iyisi bu günü, yanıma alayım bi de resim defterimi boyalarımı, kurumuş yaprak çizerim arada... ayy yoksa sadece resim mi yapsam. hava da nasıl güzel, nasıl ılık, yürüyüş yapsam önce de sonra eve gelip kitap okusam en iyisi. dışarı çıkmışken girmesem aslında, en sevdiğim kafenin en sevdiğim koltuğu boştur belki, kitapları çantama atıp orda okuyayım. biraz kitap okur, ordan sinemaya giderim, filmlere bi bakayım. bizimkiler naptı acaba, onları mı arasam... bu güzel havayı evde geçirmek olmaz, leo'ya desem de nargile mi içsek, gece hamburger yiyelim, pizza mı söylesek eve... terkosa nicedir gitmiyorum, iki üç bişi alsam amma coşarım ha..
sahafları mı dolaşsaydım... yanıma kitap almadan çıkayım, bi kitap seçip alır, kafede de onu okurum... 

sen ne dersin mora, a mı? b mi? c mi? hepsi mi? hiçbiri mi? 

oysa teyzeme gitmeliyim bugün, yapacak işim var. niye böyle oluyor, bir şey yapmak zorunda olunca insan niye yapmak zorunda olduğu şey dışında bir sürü şey yapmak istiyor canı. yarına ertelemek istiyorum, bugün hava çok güzel, bugün hava teyzeme gidemeyecek kadar güzel mora. 

gelecekten gelen not: tüm günü ne yapsam diye düşünerek, oturduğu yerden sadece çişe gitmek suretiyle kalkarak ve arada tavana bakarak geçirdi. teyzesine de gitmedi, mümkünlerin kıyısında ordan oraya savruldu durdu... söyle mora neden böyle oldu?

24 Eylül 2013 Salı

green grass hakkında bişiler

ebi aba ebu'nun çalışmada bize dinlettiği şarkılardan, hani herkesin bu ne bu ne diye sorduğu.. benim cybelle dediğim, mamalak'ın sibel dediğimi sanaraktan kızın niye türkçe söylemediğini sorduğu, ebi eba ebu'nun cybelle ismini harf harf söylemesi falan ve de filan..


ve işte o şarkı hakkında bişiler...

http://benkalendermesrebim.blogspot.com/2013/08/bes-ozanlar-ya-da-gonderdigim-coraplar.html

23 Eylül 2013 Pazartesi

mora cephesinde yeni bir şey yok!?

Nerede bu devlet, nerede bu millet? Yoksa yeni bir blog'a göç başladı da bizim mi haberimiz yok?
Yazın ki, yazarken siz, okurken biz rahatlayalım, dertlerimizden uzaklaşalım, mora'da buluşalım.

17 Eylül 2013 Salı

scarecrow not made for these times





HERKES BİR YETENEK ABİDESİ

Bu akşam canım sıkkın be Mora... 
Aslında bu ara hep sıkkın da buradaki birkaç Mora'lı ve Mora'lı olmayan dostlarım sayesinde gülüp yaşamaya devam edebiliyorum...
Bu nedenle Mora, sana yetenek abidesi insanlardan bahsedip saçmalayayım dedim=) İyi mi ettim kötü mü ettim yazının sonunda belli olacak....

...
Ölümün en ağrını tattım Mora. Annemi canımı kaybettim. Ailesinden biri ölecekse bir insanın anası ya da babası; babası ölsün diyebilecek kadar büyüdüm.. Hamdım,piştim,oldum; Sonrasında hayata devam etmek zorunda olduğuma karar vererek. Ölümü severek, acıyı benimseyerek yaşamaya karar verdim. Kahkalarımla aydınlatırken gündüzü, geceyi gözyaşlarımla karartım. Benim meziyetim bu... Ağlarım hatırıma geldikçe gülüştüklerim diyebiliriz kısaca benim halime....

Neyse neyse diğerlerine geçeyim. Kendimi çok övmeden....

Mora'lı dostum Ebi'nin en önemli yeteneği, güzel gözleriyle ışık tutması hayata. Benim hala umudum var isyan etsem de istediğim kadar dedirtecek kadar sevgi dolu konuşması yok mu, işte o zaman kendime geliyorum ben... 
Bilse ah bilse öyle bir görümcem olsun, sabah akşam musmutlu bir aile olalım isteğimi=)) Ben de gittim en olmayacak şeyi istedim galiba=)

Şimdi Mora'lı olmayan birinden bahsedeyim sana Mora.. O bir duygu yumağı.... Güzel gülüşlü, güzel cümleli, minimicik güzel bir kız=) Cancağımız yeni tanıştık ama hemen kaynaştık. Kalplerimiz aslında bu dostluğu yıllarca aramış da bulamamış sonra bazı Mora'lılar sayesinde birbirini bulmuş iki iyi kalpli insanız biz. (Kendimi de övdüm bu arada çaktırma) Yetenekleri say say bitmez.. Hayatımı düzene sokacağı günü iple çekiyorum. Eve çıkamasak da birlikte, acaba ben ona yakın bir yere mi taşınsam ne yapsam?

Sıra şimdi Mora'lılar da;  o dışarıda erkek sanılan, aslında gülümsemesiyle, stiliyle aramızdaki en seksi kız=) Korkular, bunalımlar bile yakışıyor ona ah bıdığım güzel Leylam, Müzeyyen'im, Canım ciğerim en yeteneklimiz sensin de şımarma diye söylemiyoruz=)

Mora'lı olmayan Mora'yı tanımayan bir güzelden de bahsetmeden geçemeyeceğim. O benim can dostum, bebeğim, benimle ağlayan benimle gülen muhteşem yüreklim..Yeteneğine gelince, o bir insanın geleceğinin umudu.... Yani benim... Melek yüzlüm, akademik kariyerim, proje koordinatörü tarafım... Seni çok seviyorum ben=)

Ah Mora'lı insan... Küçük Bey... Tripli tripli bakmaların yok mu? Ne güldürüyor beni. aynı zamanda çok iyi taklitçisin de ha... Herkesin ilk bakışta uğraşacağı kişi olmak herhalde herkese nasip olacak bir yetenek değil=) Sen kendinin kim olduğunu biliyorsun=)

Mora'lı  olmayıp adını sayamadıklarım, burada anamadıklarım kusura bakmasın bu yazıyı okurlarsa ama son olarak bahsetmem gereken isimler var... Mun.... Bana  evinin kapılarını sonuna kadar açan, ablam, dertdaşım, acı ortağım o. Yeteneklerini anlamışsındır sen Mora uzun uzun anlatmaya gerek yok=)


Ve Sultan'ımız var bir de. O bir Mora'lı.. Kim olduğunu sen tahmin et artık.... Güzel gülüşlü, güzel şiir okuyan , güzel kalpli insan. Seni anmadan olur mu hiç. Ahmet Hamdi Tanpınar deyince aklıma ilk gelecek isimlerden olma mertebesine eriştiğini bilmeni isterim=)

İki can dostum var benim... Erkek kardeşlerim, bazen abilerim. Kahrımı çeken iki ekürü... Arada bir beni kızdırıyorlar ama olsun. Onlar her gün acımı dinleyip çare bulurlar derdime. Farklı düşünsek de ortak nokta bulmaya çalışma çabamız onlarla en önemli yeteneğimiz=))
....

Bunları neden yazdım diye sorma Mora... Neden olduğu belli.... Canım yanarken her gece aklımdan geçen isimler bunlar... yüzümü güldüren, acımı hafifleten... belki de en önemlisi ölümü özlemek yerine ölümü sevmemi sağlayan güzel yürekli insanlar bunlar. Hayatta olduğum sürece her türlü şansızlığa rağmen şanslı taraflarımı bana gösteren canlar Sizi Seviyorum.... Anneciğimin en güzel armağanı kardeşimden sonra yaşama sebebimsiniz bilin ona göre davranın ha sorumluluğunuz çok=)




KISA ÖYKÜ BENİM NEYİME?=)



Aşkın adını yağlı boya bir tablodaki İspanyol paça pantolon giyen Müzeyyen den öğrenen gençlerdik bizler… Dar alanda kısa kısa paslaşan başkalaşş varlıklardık belki de... Sokağımızın adı Susam Sokağıydı ve hepimiz o çizgi filmden fırlamış gibi komik bir o kadar da hüzünlüydük. Tanburi Cemil Bey'in güfteleriyle büyüyen, katedral deyince aklıma mekan-ı isim gelen gençlerden ne hayır gelirse bizden de o kadar hayır gelirdi işte=)

Müzeyyen şiirlerin Fahriye ablası gibiydi bizim için ve biz ona içimizden abla kelimelerini yutarak "Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku" derdik. O zamanlar daha hiçbir kıza tutulmamıştık tabi. 

Bir gün mahalledeki palmiye ağcının altında başladı bizim hikayemiz…Anlamsız ve birbiriyle çelişen bir görüntü vardı ağacın altında… O anda tutulduğum kız semaverden çay doldurmuş içiyor, nargilemin marpucu gümüştendir gümüşten şarkısı edasıyla nargile fökürdetiyordu. Kısa eteğiyle bacak bacak üstüne atmış ekose gömlekli bu kızın külyutmaz bir hali vardı ya ben onu kandırmaya kafaya koymuştum. Kanan ben mi olacaktım belli değil ya neyse..  Acaba bu durumda Ramiz Dayı ne derdi?... Şimdi bu aklıma nerden geldi? Kafamda deli sorular şıkıdım şarkısı eşliğinde dans ediyorlar. Bense çaktırmamaya çalışıyorum tüm bu olanları.

Patttt.....
Ne oluyor lan? Torpil patlatan bizim halı sahanın ufaklıkları manzarama yüklediğim derin anlamları bu gürültüyle bozdular.  Hay ben onların…Ha bu arada neden halı saha acaba adı? Ben saha denilince golf, basket,voleybol herşeyi sayarım da bir türlü halı saha diyemem. Ancak silkelemek lazım halıyı anlamam için=)


Bu konuya fazla takılmadan çevirdim kafamı tekrar güzele… Masanın üzerinde Hacıbekir lokumları var. Kahveyle iyi gidiyor o lokumlar doğru seçim be güzelim!. Masanın üzerinde bir defter, defterin üzerinde bir yazı Gizem'in Not Defteri...  Gözlerim gençliğimden midir balık yememden mi bilmiyorum çok iyi görüyor hey maşallah. Kayıp Balık Nemo gibiyim gerçi şuanda. Görmekten çok kaybolma eylemleri içindeyim onun gözlerinde.

Yanında bir ney var. Ben tambur severim ama napalım. Ney denilince aklıma benim hep arkadaşım Nurullah  gelir ama artık bu güzellik gelecek. Bir erkeğin aklıma gelmesinden iyi oldu bu ya=) Sevdim

Konuyu nereye bağlayacağını bilmeyen bir uzaylı gibi ortalıklarda dolaşğımı farkındayım. Gerçekten de şu anda Gizem'in etrafında dolanıyor gönlüm. Ne desem bilemiyorum. Acaba ata  bindirip kaçırsam mı onu? Ama atın eyeri yok. O zaman Formula 1 yarışlarındaki gibi hızla önünden geçsem o saçlarını savursa (Saçları kısa ama olsun. Yine de savurur o) bana baksa ben ona Karacaoğlan gibi keskin bakışlar mı atsam? Beğenir mi beni?

Ne güzel olurdu... Ama işte en fazla  yapabildiğim karşısındaki masaya oturup jambonlu sandviç yemek. Yanında bir Niğde Gazozunu mideme indirdim mi tamam. Ne aşk ateşi kalır ne de tutuklu bir sevda.... Sonra da A101'e uğrar annemin dediklerini alır evin yolunu tutarım. Ne istedi ki benden? Tente....

Gizem başka sevdalara savrulurken ben bir İsmet Özel şiiriyle iyi akşamlar derim Moralılara ve kendini Moralı hissedenlere....

başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız 
bakıp ba
şkasının başkayla kurduğu bağlantıya 
a
şka dair diyoruz ilk anı bu olmalı 
ilk önce damarlarımızda duyuyor ça
ğıltısını 
uzak iklimlerin 
kokusu gitmedi
ğimiz şehirlerin önceden 
bir ba
ş dönmesiyle kabarıyor hafızamızda 
sonra ayrılıklar dü
şüne dalıyoruz 
bize ait olan ne kadar uzakta!


Not: Bu ara bir telefonla  "Atla Gel Şaban" misali buluşan bir takım Moralılar, bir Moralı'nın dediği gibi diğer oyunların "boka" sarması nedeniyle eğlenmek için yeni  bir oyun geliştirirler. Aslında Tabu'larının olmamasının bir sonucuydu bu=))ama şimdi yiğitliklerine laf olmasın Mora'lıların=))
Oyunda çok eğlenen Moralılar, söz uçar yazı kalır diyerek oyunda başarılı olanın ödül olarak kelimelerden bir hikaye yazmasına karar verirler. (Kendimi övmek gibi olmasın ama ödülün kimin kazandığı ortada öyle değil mi?=))

Ben de başladım böylece bir şeyler yazmaya bakalım beğenilirse öykülerimin devamı gelir=))

16 Eylül 2013 Pazartesi

Kankasından Kankasına

Ebi’yle adınısenkoy birbirlerine yazılar paylaşınca çok kıskandım kanka, ben de kankama yazayım, o da bana yazarsa böyle bir sinerji olur, gülerük, eğlenürük, sevünürük diye düşündüm. Başlıyom kanka:
      İlk gün göz göze geldiğimiz elbiseni çıkar sandıktan kankacan. Yok lan bu Volkan Konak’tı. Şaka şaka… Pardon kanka yeniden şimdi başlıyom:
       Diyorum ki kanka, rahmetli Neşet Ertaş hiç doğmamış olsaydı, şüphesiz bir şarkı yazardım, adını Mora koyardım, kendim eder kendim bulurdum, gül gibi sararır solardım, felaketim olurdu, ağlardım.
       Bu giriş de olmadı… Attila İlhan’ı anmış oldum, olsun. Demek ki neymiş, Nazan abla dinleyerek yazı yazılmazmış. Hep Ebi’nin yüzünden.
     O vakit müzik susturulur, kafa nötrlenir, kül tablası yanına alınır, daa deminki gülen adam kaybolur, dost çatlatma işlemi son bulur, enerji düşer, dünya düşer, her şey düşer…
        Ablacansın, kankacansın, daha ne olucansın be oğlum…
     Bitti kanka, yazamadım hiçbir şey. Mora’yı böyle bir yazıyla meşgul etmesem mi diye düşünüyorum. Mora’yı böyle bir yazıyla meşgul etmeye karar verdim şu an. Yaşasın kötülük.
      Kendimden sıkıldım yaa. Ebi nabıyon? Adınısenkoy adam ol lan! Kankacan sen de hep gül e mi? Hepiniz gülün, hepiniz mutlu olun be oğlum.
        Bi de beni hep gülerken hatırlayın taam mı…
       Siz gülerken değil, ben gülerken. Aynı zamanda siz de gülerken aynı zamanda da ben de gülerken.
    Oooffff. Neden böyle oldu Mora! Mora, sen harbi yarımada değilsin yaa. Senin de dört tarafın kalbimle çevrili.
      Çok mu mala bağladım ben yaa, bi de soruyo diyon dimi kanka. Neyse daa deminki son iyiydi, niye ben onu orada kesmedim ki? Neyse ben onu orada keseyim. Kanka, sana da bir şey yazamadım ama altıncı paragraf iyiydi, ordan belki bir şeyler yazmış sayarsın beni.
    O değil de ben bi cigara daha yakayım. Cigara bitene kadar yazıya devam etsem, üffff, sıkıldım gene yaa. Öyle işte yaa, nolsun, o işi öyle yapalım kanka. Ebi, adam ol. Adınısenkoy, bağ ayrı bostan ayrı, ölürüm Mora’dan ayrı. Mora da iyi isim haa ben çok seviyom, ben bulduydum. Onu da belirttim, başka ne kaldı? Hasan’la buluşcaktım, Hasan burda değil, onu yazmama gerek yok.
Ebiiii, o değil de, dehşet bir soru soruldu bugün, acayip senle ilgili ama tam olarak senle de ilgili değil aynı zamanda da senle ilgili. Onu sonra şey yaparız. Pffff…
Seni seviyom Kanka,
Seni seviyom Ebi,
Seni seviyom adını sen koy,
Çılgın çocuk İso!
Tek tek isim yazdırmayın bana seviyom işte sizi, hassas adamım oğlum ben.
Her neyse, daa deminki sonu yazıyom ve saçmalamayı kesiyom:
Beni hep gülerken hatırlayın taam mı…

Susuzluğumun dramatize edilmek suretiyle dejenere olmuş varyantıdır:




Yağmur yağıyor!
Ben ki bir kuru, bir çorak toprağım.

Yağmur
yağıyor.
Ben ki;
bir
susamışım.
Bir susamışım..

çağırıyor yağmur.
Bıraksa duvar,
açılsa kapılar..

Yağmur beklemez.
Bekletmeye
gelmez....                                             Gider.

Va hayf!
çeker
gider

Bu susuzluk ne vakit diner?


Çekil kara duvar!

Ol demin
    ardından…
 ruhum
sürünür
    gider..

gürlesin gök çaksın şimşekler
üstüne
duvarların      
duvarların

 vuslata mani hain
duvarların
 üstüne
 üstüne.
  
Leyla!
Baban hayrına bir su ver!



 not: ebi! bu yazılmamış 'şey ' sana gelsin madem!

14 Eylül 2013 Cumartesi

Bir Küçük Kül Tablasının Birkaç Saniyeliğine Başından Geçen Vehim Sonuçlara Pek De Gebe Olmayan Vakanın Dejenere Edilerek Sunumunun Koy Götüne Rahvan Gitsin Versiyonu


Sevişmediği zamanlarda garsonculuk oynayan kadın, şaşkınmış ama aynı zamanda seksimiş havalarına bürünmek amaçlı, ağzını yarım aydan dolunaya geçiş kıvamında açarak “cebinizden mi çıkardınız onu?” sorusuyla ofsaytta olup olmadığıma bakmaksızın ortayı yapıyor, orta ‘abi masada senden başka gidecek biri olsa şerefsizim ona giderdim ama gel gör ki masada teksin, ağızdan çıktım bi kere, geliyorum, yakala’ bakışıyla vücudumda geziniyor, kendine müsait bir nokta bulup oraya sıvışıyor, bana garsona söyleyecek tek bir söz bırakıyordu: “Götümden çıkardım.”
Cevabımı garson kız dahi götümden başka kimse duymuyor, götüm kendi kendine gülüyor, götümün gülüşünü garson kız üzerine alınıyor, ağzını pergelin iletkiyle kaynaştırılıp cetvel de eklenerek oluşan, düz kontak arabaların girmesine müsaade edici otopark mafyası kılıklı kamera şakacıları gibi yapıp, sol gözünü ışık hızıyla hafiften kısarak ve sağ gözüyle ‘karşımdakinin gözünden kendi gözümü ayırmayacak kadar da görmüş geçirmiş insanımdır haberin ola haa’ biçiminde saçma sapan gülüşle farkında olmadan götüme gülümsüyor,  “Heee, romantiğiz yani” gibisinden bir bakış fırlatıyor, masada kendisine ayrılan sandalyeye oturmak için hamle üzerine hamle yapan fena halde leylayı görünce asabiyete bağlıyor, “ne içersiniz” diye soruyor, ya da ben öyle hatırlıyordum.
‘İşin boka saracağı götünün gülüşünden belliydi be oğlum’ edasıyla masanın üzerinde kıvrım kıvrım kıvranan ve daha ilk cümlede cebimden çıkan, alımlı değme kadınlarda olmayan, Paris görmüş, nice maceralar atlatıp asıl memleketine dönmüş, DÖRT BİR TARAFI KALBİMLE ÇEVRİLİ KÜL TABLASI, -‘onu sen kullanamazsın be leyla’ türünden bir çıkışla karşılaşırsa ‘dertliyim derdim dünyadan büyük, sen bilirsin meyhaneci onu nasıl sevdiğimi’ ile başlayan ‘yıkıldım kelimeler paramparça’ edebiyatına sarılmak suretiyle kendinden geçme ihtimali olan leylanın ‘ne içsek de kendimizden geçsek’ türünden düşünce alıştırmaları yaptığı esnada- kimseye hissettirmeden cebime giriyordu.
Birinci tekil erkek, bir an için leylanın ‘noluyo yaa, sevgi neydi, sevgi emekti’ şapşallığıyla ‘hiçbir şey anlamadım ama gizli bir şeylerin döndüğünü hissetmeyecek kadar da gerizekalı değilim ulan’ bakışıyla göz göze geliyor, ‘o iş bende be oğlum, sıkıntı yok’ halet-i ruhiyesiyle inceden bir göz kırpıyor, dokunmak suretiyle cebindeki kül tablasıyla iletişime geçmek istiyordu.
Leyla, sonu ingilizcede çoğul takısı işlevini yek başına üstlenen bir sessiz harfle biten, ‘30 dakkada gelmezse 5 dakkada Beşiktaş olur’ vaatleriyle milleti ayartan pizzacıyı her arayışımda açılış nidası olarak yaptığım, ‘sanki sipariş verecek başka şeyler de varmış da henüz kararımı verememişim’ manasına gelen ‘aaaa’ ‘eee’ ‘ııı’lı girişlerimden birini, ilk iki paragrafta hikayenin temel unsurlarından birini oluşturduğu halde, sonradan geri plana itilerek cezalandırıldığı varsayılan garson kıza yapıp “sade kahve olsun benimkisi de, iki tane, yani sade kahve” diyerek ‘sana cevap veriyorum ama lafı ağzımda bir o yana bir bu yana evir çevir kıvır çevir salla şeklinde dolandırmamdan da anlaşılacağı üzere aslında senle değil, birinci tekil erkekin ne tür bir dolap çevirdiğiyle ilgileniyorum’ benzeri cümlelerle dolu hal ve hareketlerle etrafı süzmeye başlıyordu.
Cümlenin ortasında özneyi, sonunda tümleci, başına geldiğinde yüklemi şaşıran, ‘götü başı ayrı oynayan, bütünsellik içermeyen ama ucundan kıyısından hani olur da zorlarsak nedensellik içerebilen bir yazı çıkar lan burdan’ türünden bir hisle heyecanlanan birinci tekil erkeke cümlenin sonunu cismen cepte, aslen kalpte duran kül tablası armağan ediyordu:

“Neyin kafasını yaşıyon bilmiyom ama götü kurtardın abi, hadi gene iyisin.”