Efendim zamanın ve mekanın birinde şimdi
desek de bilmezsiniz, bir oğlan yaşarmış isminden çok namı ile bilinen. Bakir
efendi derlemiş de sırrını bilen yokmuş, bir meclise girdiğinde ahali sararmış
etrafını anlat, derlermiş “Bakir efendi anlat, çok heyecanlı oluyor, bu bahsi
geçen nerenin dilberi?” efendi gözlerini kısıp etrafa bakarmış anlattırmayın
bana böyle şeyleri, hem dilber dilber olsa ne çıkar, aşk dediğimiz, iki sözüm
ve gözüm ve türlü çiftlik eklerinin oyunundan ibaretse, bu meclise hiç
gelmemiştir zaten, bizimkisi gönül eyleme, vakit eyleme…” O böyle dedikçe ahali
başlarmış yanı başından “bir gün bakir efendi…”
Gel zaman git zaman hikayeler diz boyunu
aşınca, güzel dilberler bizim efendinin muhitlerinde perde arkalarında ahları vahlarına
karışmış vaziyette mahvolurken ve güzel oğlanlar nedir bu herifin sırrı, hem
kim ola ki bu kadar ketum davrana, varsa bir bildiği söylese de bilelim
minvalinde hasetten taharet alırken (tumturaklı laflarını sevdiğim efendi, bak
da gör ne yakıştı bu buraya) efendinin dost meclislerindeki keyfi yitmiş,
gitmiş. Kimse göremez olmuş onu etrafta, ve başlamışlar yine..” bir gün bakir
efendi..”
Her hikayenin başında başka, sonunda
başka türlüymüş bakir efendi, muhitler değişse de hikayenin ortasında muhakkak
filan yerin en güzel dilberiyle bir tanışmışlığı olurmuş bizim efendinin.
Bazısında efkarlı efkarlı cigara içişine vurulurmuş dilberler, bazısında hiç
anlaşılmayan tınıda söylediği türkülere, bazısında da mekanı, zamanı, insanı
başka türlü gösteren şiirlerine.. Ama ne yalan söyleyelim şiirlerinin okuduğu
türkülerden daha çok sevildiği bir hakikatmiş.
Hikayeler almış başını gitmiş, efendi
sakalını yaksa dumanı yedi düvelin yedi dilberinin camından içeri, gönlünden
içeri girermiş, sormayın şimdi efendi niye sakalını yaksın diye, az biraz
tuhafmış işte. Sonra, Efendi düşmek üzre olan bir dilberi tutsa kolundan sanki
yol kayarmış da dilberin ayağının altından kendi öylece kalakalırmış. Sonra
yine, Efendi bir mecliste otursa sadece dilberler mi delikanlılar da izzeti
ikramda kusur etmemek için iki büklüm olurlarmış, ahali başta şöyle bir
işkillenmiş “ulan dilberleri anladık da bunlara noluyo” gibisinde bir kaşları
havada bir efendiye bir de mevzusu geçen delikanlıya bakarlarmış, sonra sonra
anlarlarmış, mevzu, kalbi de kendi gibi temiz efendinin velfecri okuyan gözlerinde
değil hoş sohbetindeymiş.
Bakir efendi bakmış olacak gibi değil,
demiş “tamam, sorun hadi ben gitmezden evvel sorun da bu mevzu kapansın” Ahali
önce bir sessizleşmiş, birbirlerine bakmışlar, yüzlerindeki ne sorsak ifadesi
muzip sırıtışlara dönüşünce bizim efendinin kaşı kalkmış yine, hafiften
doğrulmuş tam kalkacakken, ahalinin içinden bir toy delikanlının titrek, cılız
sesi duyulmuş. Bakir efendi, demiş “ sevdanın hakikati yok mu peki?” Efendinin
yere devrilmiş bakışlarında bir “nasip” gülüşü belirmiş; var desem ne olur, yok
desem ne olur, demiş “senin az biraz suyun ısınmış delikanlı hadi bi dolaş gel”
Bunca mevzuya neden bu efendinin namının
bakir olduğunu soracaksınız şimdi, derler ki hangi kalbe girse, hangi sevmek
hikayesine konu olsa, çıktığında hiç sevmemiş hiç sevilmemiş gibi oluverirmiş.
Göktürkler buna tanrının lütfu dese de, efendi bu lütuf sayesinde gönlü ferah
mekan mekan, muhit muhit gezse de, varmış yine de bir derdi, kimse bilmezmiş.
söylenmeyen zamanı mekanı biliyor olsak da apayrı bir bakir bey yaratmayı başaarmışsın sevgili ebi eline diline sağlık. bakir beyin maceralarını seri halinde yayınlamanı bekliyorum. "sevdanın hakikati yok mu" diyen toy delikanlıya bir kaç bölüm başrol vererek hatta.... göz kırpıyorum
YanıtlaSil"aşk dediğimiz, iki sözüm ve gözüm ve türlü çiftlik eklerinin oyunundan ibaret"
YanıtlaSil"Efendinin yere devrilmiş bakışlarında bir “nasip” gülüşü"
Sabahtan beri bilmem kaçıncı okuyuşum. Öyle 5-6 falan değil haa. Başına en azından 1'ler 2'ler konmalı.
Sen hep yaz e mi Ebi. Biz de hep okuyalım. Sen bu yazma işini aştın oğlum.
İnsanın durup dururken Bakir Efendi olası geliyor vesselam:)