17 Aralık 2014 Çarşamba

Fakat Nezahat Bu Boktan Bir Müzeyyen!

Bugüne kadar sana iki yazı yazdım. Birkaç yazıda da gönderme yaptım. Microspul bacteria tamamen senle ilgili. Bir de yazısız bir başlık var ya hani, kendi çapımda “siktir çektiğim”, o da sensin. Bu sana üçüncü ve son yazım. Bunları yazıyorum çünkü gitmekten bahsediyorsun, bu konuya birazdan geleceğim. Pastayla börekle değil, samimiyetle yazıyorum bunları. Sana senin yapmadığın gibi yaklaşıyorum.

Üzgünüm, sen kaybettin. Bu oyunda Yeşim kazandı, Songül kazandı, Leyla kazandı, sen kaybettin. Üstelik kazanmak gibi bir derdim yokken, kazanmak için hiçbir şey yapmamışken kaybettin. Kendin oynadın, kendin kaybettin. En çok nerede kaybettin biliyor musun? O güzelim yaza bok sürdüğünde kaybettin. Eskiden tanıdığım senin için canımı verirdim. Şimdiki sen için şeyimi bile kaldırmam.

Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da hiçbir yorumunun altında adım gözükmeyecek. Bu bir nevi kendimi koruma içgüdüsü. Olur ya, bugüne dek yaptığın gibi bundan sonra da yeni hikayeler uydurursun, bunun sebebi olmak istemem. Benden bağımsız ama benle ilgili dilediğini söyleyebilir, herkesi inandırabilirsin. O güzelim yaza bile bok atabilirsin. Şimdiden hepsine “doğrudur” diyorum. Doğru ya da yalan olması bir şey değiştirmiyor çünkü benim için.

Keşke hep güzel kalsaydın... Yeşim gibi, Songül gibi, Leyla gibi… Ama dedim ya, kendin oynadın, kendin kaybettin… Şimdi gitmekten bahsediyorsun. Sana git ya da kal demeyeceğim. Gitmenle kalman arasında tepeden tırnağa boşluksun benim için. Dilediğin kadar kalabilir, hemen şimdi siktir olup gidebilirsin. Ne kızgınlığım var ne kırgınlığım. Nötrüm sana karşı. Küs de değilim. Konuşacak bir şeyim olsa, konuşurdum. Pastayla börekle değil, samimiyetle gelirdim yanına, gel kız makyaj tazeleyelim derdim, çekerdim bir kenara, konuşurdum. Ama inan, seninle konuşacak hiçbir şeyim yok. Ne geçmişe, ne şimdiye, ne geleceğe dair. Hani diyordum ya, beni hep gülerken hatırlayın diye, sen kafana göre takılabilirsin…

Bu yazıyı yazmamın sebebine gelince… “Gitmek”ten bahsediyorsun. Gitmek deyince bir şeyler söylemek gelir içimden. Bu hayatta benden güzel kimse gidemez. Ve gidecek adam, “kal”, “gitme” gibi sözleri dinlemez. Hele hele iki yazı okudu diye “tamam ya biraz daha bekleyeyim” demez. Gidecek adam gider. Arkasına bakmadan, dönüp bana bakıyor mu diye merak etmeden, aklıyla, kalbiyle, midesiyle, bütün organlarıyla çekip gider. Gidiyorum diye ilan etmez. Gidecek adam, benim gibi gider. Şimdi “sen ilan etmedin mi” diyeceksin. Onu biz değil, Yökümüz ilan etti. “Gitme”lere “kal”lara da biz itibar etmedik. Kalacaksan sen bilirsin sayın bayan, ama gideceksen, benim gibi git.

Will not see you later, fuck the calculator… 

27 Kasım 2014 Perşembe

Sakın meyletme eski şarkılara, Nihavend fena halde leman barındırır…

Rümeysa Rümeysa! Göster bana kolunun atlına gizlediğin inciden lokmayı. Göster onu da birbirinden güzel parmaklarının her birinin hangi işleve sahip olduğunu. Saçının gizlenme sebeplerini bir bir sırala. Çıkar gömleğini de giy şu cebelitarıktan daha dün aldığın yasemin kokusunu. İzin ver beyaza çalan tenine buğday sarısı eklensin. Bir jilet gibi kesip geçmişi denize fırlatma. Bırak bu son seansı izleme şansına erişeyim.

Rümeysa Rümeysa ben ben olayım da sana vurulmayayım ha. Gülüne dokunsam gül gibi kızarır yüzüm. Mehtabın desen, mevzu o değil Rümeysa. Sen aşığı duasından, sevgiliyi hülyasından tanırsın.

Gir benliğimin uçsuz bucaksız kıyılarına da çöz denizimdeki esrarengiz bilmeceyi. Neden böyle tuz kokuyor deme, terin değmese kokmazdı mis gibi tuz deniz. Menekşeni sulamak için bahçıvana ne hacet! Gözlerin yetmez mi ki bunca işi tek seferde yapmaya.

Beni al elinin içinde bir yere oturt, yum sıkıca ve sarıp sarmala. Sonra aç, emret sarmaşık çiçeklerine de tırmanabileyim kolcağızlarına. Ah Rümeysa, hani o hiç mi hiç yabancı teni değmeyen kolcağızlarına… Bir bakışınla anlatsın binyıllık hasretimi coğrafyalarım. Gül ile şeytan arasında ince ü harfi dudaklarına, bir bakışınla sarılsın bahardan kopma gelincik meyvelerim.

Ah Rümeysa, saçın ayet mi ki yüzün kafir olsun. Neden böyle geçip gidiyorsun yamacımdan hışımla. Ve neden böyle ansızın doğuveriyorsun içimde bin asırlık uğultularla. Göz kaleminden sürülme bir hatla bağla benliğini benliğime. Ve anlat on ikisi de birbirinden güzel gülüşlerinin neden her seferinde hicazkara meyyal olduğunu. Sen ki Şekspir’in bir kitapla, Baki’nin bin gazelle söylediğini, bir mısrayla haykırmadın mı sıradağlarımın sıradan yamaçlarına.

Sevdiğin romanın sonuna yaklaşınca okumayı yavaşlatırsın ya, işte onun gibi okurum dudaklarından çıkan her sözü. Senin o tazecik limon dalların, eski titrek sevdalarımın biçimsiz uyuşması gibi gelir oturur gözümün önüne. İffeti bozulmamış bir mısra gibi yapışır sarkacıma güllerin. Yağmur damlalarının dudaklarına her dokunuşunda, onlar gibi beni de öp diye midir ürpermesi içimin?

Rümeysa Rümeysa tut elimden şimdi hadi, gidelim bu şehre bir kere daha geri dönmek için Atina’ya Viyana’ya Prag’a Petersburg’a Roma’ya. Sütun sütun esrik şekil alsın vurunca yakamoza gölgemiz. Kafkaslardan başlasak sorun olur mu senin için, dış ülkelerde elçilikler tayin etmek üzere hariciyeci yetiştirme çabalarımıza?

Ben eski sevdalarımı anlatmakta maharetliyimdir. Bu nasıl oluyor da böyle oluyor Rümeysa? Sen eskimeden, daha yeni olmadan, nasıl konuyorsun parmaklarımın ucuna? Beni bir de sakin kafayla dinle olur mu Rümeysa!

Rümeysa’ya sakin kafayla yazdıklarımdır:

Rümeysa Rümeysa… Sen şimdi İlhan Berk şiirindeki o kadınsın. Yunanlısın ama Fenike soyundansın…

7 Kasım 2014 Cuma

Antik Yunan’da Bir Aşk Hikayesi: Eurydike ile Orfeus’un Ölümü

Ben… Sisifos… Yani Hiç… Yani Yokluk… Ben çıkardım bu kayayı tanrıların şafağına. Ben kırdım demir ağlı kilidini Zeus’un. Ben uzattım kolumu Hera’ya. İnsanlar, kulak verin sözlerime. Sırtım dik bir engebe. Ellerim nasırdan kaskatı. Omuzlarımda dünyayı taşıyorum. Bakın, görmüyor musunuz? İşte ben… Sisifos… Yani piç… Yani çırılçıplak… Hermes’in geldiği gece, beni düşlerimden siz uyandırdınız. Nisa dağında, Kilene dağında, Efes’te, Amisos’ta… Üzüm sıkan elleriniz ve günahkar gözleriniz. İşte siz, hepiniz… Diz çöktünüz sırtımdaki kayaya. Ve ağladınız, ağlama duvarında şakakları uzun Yehuda’yla. Belki siz, belki nedensiz… Yayını gerdiniz Artemis’in. Gücünü aldınız Aşil’in. Okundan tuttunuz Eros’un. Çünkü siz, yani hepiniz… Sattınız bedenlerinizi Zeus’a. Sattınız ruhunuzu tavus kuşuna. Ama ben… Sisifos... Yani kaya… Yani taş… Büsbütün putunuzum artık sizin. Hadi, söyleyin söylen’imi dilden dile. Dinleyin ağıtını Orfeus’un. Oturup günah çıkartın Eurydike’yle…

Orfeus’un ağıtı:

Irak ırmak, acıtsın bırak,
Sırtındaki kaya, midendeki gaz yağı,
Bir kibrit çak!
Denizden ses geliyor
Sanma sakın
Ağıttır bu, yakılacak!

Kaya ağır mı ağır
İçimden bir ses
Bir çukur bulsam da
Şundan kurtulsam diyor

Ya da neden yakmamalı?
Küller savruldu mu
Ne bir iz kalır
Ne de pişmanlık

Ah gidinin yükü
Sanki ben onu değil de
O beni taşıyor
Ama nereye?

Benimle paylaşmaz mısın
Ey çekilmez yük,
Yüreğinde gizlediğin
O acımasız sözü?

Yükün Orfeus’a hitaben söylediği acımasız sözdür:

Orfeus… Yani piç… Yani orospu çocuğu… Birazdan gelecek sevdiğin… Arkandan ilerleyecek… Ama dönüp bakmayacaksın… Yoksa kaybedersin onu… Zeus söz verdi mi, hiç kimseyi dinlemez…

Eurydike’nin Orpheus’a seslenişi:

Sen… Beni cehennemden kurtaran… O aşılmaz yol… Sana kavuşmak içindi bunca çile. İşte, arkandayım. Dönüp bakma sakın. Bakarsan kaybedersin beni. Zeus söz verdi mi, hiç kimseyi dinlemez. Hem görmeden de sevmelisin beni. Görürsen ölüm gelir bana. İnsan sevdiğini görmemeli…

Orfeus’un Eurydike’ye cevabı:

Eurydike… Sevdiğim… İzin ver de anlatsın gölgem, seni nasıl sevdiğimi. Bu adam desin, adam değil, köpeğindir senin. Lütfen, bir kez olsun bakayım gözlerine. Ben, Orfeus, yani sen, yani biz. Çıkıp gidelim tepelerden. Kaçalım şiddetinden Zeus’un, Akhilleus’un, Odessa’nın. Bırak çıkarsın Sisifos kayaları dağlara. Biz, ikimiz, kimsesiz… Alıp gidelim başımızı, onulmaz kayalıklara…

Anlatı:

Bir sigara içimlik zaman diliminde gerçekleşen bu hadisenin başkahramanı, esasında, Sisifos denen ibnedir. Sisifos, sırtına yüklediği kayayı Olimpos’un zirvesine çıkarıp Zeus’un altından ve zümrütten hediyelerine göz dikmeseydi, ya da Sisifos, uğruna ömrünü heba ettiği o kayayı Olimpos’un zirvesine çıkarabilseydi, Zeus’un orada olmadığını görecekti ve Eurydike şimdi Orfeus’un kollarında olacaktı. Orfeus, aşkının şiddetinden bihaber başını arkasına çevirip Eurydike’ye baktı… Eurydike öldü… Eurydike o an ilk kez öldü… Sevdiği kadının ölümüne dayanamayan Orfeus, oracıkta intihar etti. Son sözleri, “bir sigara olsa da içsem” oldu. Mezar taşına şöyle yazıldı:
Orfeus, nasıl dönüp bakarsın sevdiğine,
İnsan sevdiğine bunu yapar mı?

Sisifos… Yani hiç… Yani yokluk… Sizi kendine inandıran Odur. Olimpos’un zirvesine birkaç adım kala, sırtındaki kayanın altında kalarak Zeus’un hörekesini görmüştür. Zeus, yaşadığı anlaşmazlık sonrası, Hera’nın şiddetinden korkarak saklandığı tapınağında havasızlıktan ölmüştür.

Euriydike ise şimdi taştır. Antik Yunan ormanında sonsuza dek yanacaktır…

1 Kasım 2014 Cumartesi

Durma Kendini Hatırlat! Durma Kendini Hatırlat! Durma Siktir Çekeyim!

biri olmayan şiirlerin ikincisini yazan kadın

biri vardı, sanki insan değil de meyvelerin en bereketlisi nardı.
nardan nara da elbette fark vardı.

birincisi olmayan şiirler yazardı, kimi zamanda ardı gelecek sandığınız hikayelere başlar ama hikaye havada asılı kalırdı.

oysa onun muhayyilesinde durmadan akan bir nehir yahut çağlayan vardı. o çağlayandan ne dizeler, ne hikaye kahramanları kıvrıla kıvrıla akardı.

bazı zaman o nehir taşar, nardan kadın da kulağımıza ya başından ya sonundan hikayeler fısıldar, şiirler sayıklardı.

bir nar kadın vardı ondan sır saklanmaz, ona küs kalınmazdı.
sanki gülüşünde bir büyü vardı. kalbinin saflığından kayaya gülse kaya dayanamaz kumullanırdı.

bir gülüş bir içi nasıl açar derseniz ben de size sizin hiç nardan arkadaşınız olmadı mı derim. nardan arkadaşı olanlar bilir ki nardan arkadaşların gözleri zeytindir. o gözler bir dizi müjganla çevrilidir. ol sebepten bir bakar nar kadın, bin müjgan titreşir, nar-ı müjgan titreştikçe sizin içinizde nar çiçekleri filizlenir. işte böyledir ki nar kadın, yeni nardan kadın ve nardan adamlar meydana getirir.

bir başka mesele de ; nardan kadınlardaki bu zeytin gözlerdir. zeytin gözler nardan arkadaşlar ve kardan arkadaşların kesişim kümesidir. zaten bu kesişim kümesinde de başkaca bir şey yoktur. zira nardan arkadaşlar sıcaktır ve kardan arkadaşlar güneşte erir. oysa bir nardan arkadaşınız varsa gece gündüz hep sizinledir.



31 Ekim 2014 Cuma

misafirin gidişi II

dünyanın ağır misafiriyim
heyecanla telaşla beklenen
gidişim bir hafiflik verecek
eşya eski yerine dönecek
en rahat koltuğa annem
bırakıverecek kendini biliyorum

26 Ekim 2014 Pazar

Tam Çocuk Olmayı Öğrenmiştim, Beni Okula Gönderdiler...

Trt’nin kıvırcık saçlı ihtiyar ressamı “daha önce hiç resim yapmamış olsanız bile, bu resmin aynısından siz de yapabilirsiniz” diyor. Sonra 5 santimlik fırçasına ya da ince kıyım ıspatulasına keçiboynuzu siyahı ve parlak kırmızı katıp uzaklarda neden gülümsediği belli olmayan mutlu bir çam ağacı çiziyor. Çünkü ben başka şehirlere hiç gitmedim, hiç tanımadım seni o şehirlerde. Hiç olmadı o kıtalarda yazılan mısralarım. Yalnız zamanların ruhuna katmadım benliğimi eski şairlik günlerimde.

Ben ne vakit adam olsam, bir çocuğu sobelerken bulurum kendimi. Döner dururum dönme dolaplarda beyaz iklimlerde. Gökkuşağı cebimizde bir çocuk gibi masum kalır. Alır büyütürüm olmadık çamurları olmadık şekillerde. Tahta evlerin sarkacında tanırım yoksulluk günlerimin sığınağını. Ve unuturum gençlikten kalma yaraların kalbime işlediği isyancıl susmaları. Bilsen, ne güzeldir evraklarım, dilekçelerim, şiirlerim. Şeklini dört yılda bir değiştiren sigara izmaritlerim. Beşinci sınıfın sıra dayakları, sıradan haksızlıklar olur oturur yüreğime. “Ben pilot olucam ürtmenim” derim, sırf sıra arkadaşım “pilot olucam ürtmenim” dedi diye…

Gazetelerin spor sayfasından başlattılar okumaya bizi. Küçüktük, daha tanışmamıştık hangi cesedin toprağın kaç metre altında bulunduğuyla. Ne diye iç çekerdi ikinci sayfayı açıp kasap Hayri ve neden posta bizde gazete adından ibaretti, bilmezdik. Bir ara sağanak olduk, başkalarının deryalarında kendimizi boğduk, o kadar. Şimdi tut desem elimi tutmazsın bilirim. Gel desem, okyanus ötesindedir evin. Ve hep taze badem kabuğu gibi sessiz kalacaktır gözlerin.

Ben suyun kaldırma kuvveti diye bir şeyin varlığını Ege’de öğrendim bilir misin. Deniz denen şeyin tuzlu olduğunu, korkulacak hiçbir şey olmadığını, Akyakada, son gülenin iyi güldüğü sıralarda öğrendim. Fena halde akademik muzdaripliktir ergenliğim bu yüzden. Ne denir, Karadenizli yazılmış alnımıza. Bütün denizler mavi ne de olsa, bizimkisi kara.

Ne vardı şimdi seninle lisede sıra arkadaşı olsak. Ben silgimi düşürsem yere, çaktırmadan eğilsem, gözlerin olası bir kayma ihtimaline karşı gözlerimde kalsa. Ben çatsam kaşlarımı, sana kızmak için değil, daha çekici gözükürüm umuduyla, bir çizgi olsun diye işte. Bizim abilerimiz çatık kaşlı dolaşırdı dördüncü katın koridorlarında. Ve ceketleri omuzlarında bir siyanür gibi gezerlerdi, bir alt devrenin magazin sınıflarında. Belki de bu yüzdendi yanımızdakini koruma içgüdüsü. Elden değil, içten gelirdi. Böyle görmüş olamaz mıyız gördüğümüzün farkında olmadan. İnsan, yaşayarak öğrenir değil miydi hocam.

Hem belki sıkılgan bir yapımız olurdu yolumuz denize yakın muhitlere düşmese. Biz Temmuzu beklerdik, mahalleli Haziran dedin mi denizde. Ağustos 15’i bir gün geçirmezdi yağmur. Sonrası denizanalarının değdi mi yakan, değdi mi acıtan hatıra defterlerinde. “Bundan 10 yıl sonra çalsam kapını, alır mısın beni içeri” ile başlayan, “ayrılmak yok değil mi” ile biten, kibriti umut fakiri bir sigara içimlik anı işte. Tüttür tüttürebildiğin kadar, bu türkü uzun, yardım et dilim.

İşte böyle vazgeçtim çocuk olmaktan. A'nın A, Z'nin de Z olduğunu öğrendiğim sıralar, bir öğretmenin kırmızı ojesinde sezdim, çocuklara çocuk gibi davranılmadığını. Ve çocukluğun yanılsamadan ibaret olduğunu gördüm, ilkokul dördüncü sınıfta,  fen bilgisi dersinin fiziki haritalarında, matematikten kısa,  beden eğitiminden uzun süren bir coğrafya dersinde, yalancı bir öğretmenin, Türkiye'nin sınırlarını çizdiği esnada... Kurşunla adam öldürmek cinayetlerin en masum şekliymiş meğer. Siz bir de, bir eğitimci tarafından katledilen çocukları düşünün, Abiler!

İşte böyle karar verdim adam olmaya. Başka şansım var mıydı hatırlamıyorum. Ama dedim ya, ne zaman adam olsam, bir çocuğu sobelerken bulurum kendimi. İlk sobelenen ebedir derim, önüm arkam sağım solum darmadağın bilirim. İnsan, yaşayarak öğrenir değil miydi hocam. Ve taze badem kabuğu gibi solgun kalacak hayalin. Ansızın gelmesen aklıma, hiç aklımdan çıkmazdın, bilirim.

Sonra o gülüşün gelir aklıma, gel de seni sevme derim…

18 Ekim 2014 Cumartesi

Çek Bir Fırt! İçinde Yüzyılların Yorgunluğu Var Bunun!

Gece billur gibi açmış gözlerini ve hercai aşklardan bir çelenk gibi okuyor elindeki son kahvenin çekirdeklerinin hangi ülkeden ihraç edildiğini ve utanmadan soruyor bir de: “sence Mars’ta hayat var mıdır?”

Hey yavrum hey diye bir ses patlıyor damarlarımdan ve yepyeni Çingenelerin soluk borusundan içeri ciğer miktarınca süzülüyor şahmeran kıvamlı bir gülücük: Toplumumuza ayna olmaya ramak kala sisleri dağıtın ve boşluklarınızda bir sigara içimlik nefes bırakın. Ya da yapmayın, yapılamayası bunca destursuz bitirim ayaklarımızı bir çırpıda silip atan bre gafillere armağanımız olsun.

Kim demiş baharda akasyalar açar mı sorusunun cevabının bir sonraki ayaklanmada bulunacağını ya da kim demiş başına kırmızı geçirmiş kızın allı pullu entarisinin cinsel çağrışımlı egzotik yorumlamalara gebe olduğunu ve de Madam Bilengo’nun sırf erkeksizlikten ‘ağacın kütüğünden yaşının hesaplanabilirliği’ gibi (bkz: Mora, Sen Bir Yarımada Değilsin, mamalaksoyka, yayınlanmamış roman) alın çizgileriyle ne kadar yıllandığının belirlenebileceğini, hı?

Ayrıca, her masalda bir taraflarını duvara sürtmeyi marifet belleyen (bkz: Peki ya Sen Süpermen, Betmen Olmayı Düşündün mü Hiç?) hizmetçi yosması Sindirella’nın iki parça dekolteye saraylarda satılıp bir ayakkabı pahasına geri dönüşüm kutusuna bırakılmasının ne türden arketiplere bürünerek geleceğimizin yegane yıkıcısı çocuklarımızın bilinçaltında derin hasarlar oluşturduğu -ki ülkeyi yönetecek adam, sevdiği kadını gözlerinden tanıyamayacak kadar geri zekalı değil midir?- bahsine hiç mi hiç girmiyorum, girmek de istemiyorum.

Ve lakin ya da ve fekat, belirtmeliyim ki, cinsellik seddini ince kıvrımlarla aşan ya da aşmaya ramak kalan dünya insanının son derece elzem ihtiyaçlarını karşılayamayan kitapların akıllara getirdiği ilk cümledekine (bkz: ilk cümle) benzer soruların sorulamayası çağlarda dahi nesli bertaraf edici bir yanı vardır, olmuştur, olacaktır.

Ve de bütün bunların mevzuumuzla ne ilgisi vardır? İlk bakışta sezilemeyen bu bahsin son cümlesi, hemen her yazıda olduğu gibi ilk cümlenin devamı niteliğindedir: Olsa da kodum, olmasa da…

16 Ekim 2014 Perşembe

Hadi Çıkıp Savaşalım Yel Değirmenleriyle Ve Durup Önlerinde Diyelim Ki: Bakın! Bakmıyorsunuz!

Eylül’ü akıtmış gözlerinden, kulağında uçurtma tutan tren sesleri, söze nasıl gireceğim bilmem, ama kasımla bitireceğim heceleri. Gündüzleri uysal, geceleri asi, saklambaçta sobeler en güldüğü kediyi…

Hiç hesapta yokken bir sonraya, yelkovanlar akrep… gibi savrulsak dümenden, göçmen düşler geri dönse! Yani sen, yani ben, kim kalkacak yerinden?

Hadi çıkıp savaşalım değirmenlerle… Bu sokakların yabancısıyım ben. Şu caddenin başında… bir ohhh da biz fırlatalım manzaraya. Sonra oturup şu iskemleye sen, yanındakine ben, ayıp olur mu kalksak hemen…

Duvarları öpmek en büyük eğlencesi. Tırtıl konar, dudağını hisseder, kelebeğe dönüşür diye silmez ayak izlerini… Bir saniye önce sahibi anıların, anılar onun sahibi şimdi…

Hani sen, yani ben, insanlara karşı. Bir ekmek kırıntısı fırlatıp yere düşürsek ya zamanı. Sararsa sevgimiz gece güneşinden. Yaprak resimleri, toprak fotoğrafları ve yel değirmenleri… Bulur o eski şarkılar gibi sonra bizi…

Son okuduğu kitap bir damla “huzur”. Nil Karaibrahimgil “aşk bu mudur”. Bu çay hiç soğumaz mı? Hiç yağmur dolunaydan boşalmaz mı? Acaba sorsam bilir mi? Yeşilırmakın suyu içilir mi?

Altı kıta, üstü yarım küredir gençliğimin… Annabel Lee, Brise Marine ve mavi Helen... Ve cılız şarkılarıyla primadonna… Tutar ellerimden yarısı gecenin, salar ellerimi diğer yarısı. Böyle başlar izdüşümü tasvirlerimin:

Gözleri demli Beşiktaş iskelesi, en sevdiği şarkı kemençe sesi, rüyalarıma girmiyorsun ama, düşlerim hala senin gibi… Cemal Süreya olsa pat diye söylerdi: Keşke yalnız bunun için sevseydim seni…

25 Eylül 2014 Perşembe

Sus Artık Mamalak!

İnsanın içine doğuyor kardeşim. Aylardır beklediğin o telefon, bugün yarın çalacak, hissediyorsun. Odaya bırakıp 4 saatte bir baktığın o telefonu, tuvalete sıçmaya giderken bile yanına alıyorsun. Bir zaman sonra, bu mesele aklından çıkmışken telefon çalıyor. Öylece arayanın ismine bakıyorsun. Donup kalıyorsun. Belki de üç dört biiip sonra telefonu açmak için yes’e basıyorsun. Olmuyor. Açılmıyor o telefon. Tekrar tekrar basıyorsun. Telefon donuyor. Hayat, her zamanki gibi gösteriyor ama elletmiyor. Hemen bataryayı çıkarıp yeniden takıyorsun. Geri arıyorsun. Telefon çalmadan kapatıyorsun. Sende bunu yapacak cesaret yok. Yarım saat, aylardır bekleyişin, o yarım saatte yıl gibi geliyor. Telefon tekrar çalıyor. Bu sefer hemen açıyorsun. İçin kıpır kıpır, heyecanlısın. Heyecanını gizlemeye çalışan ama eline yüzüne bulaştıran tok bir sesle “alo” diyorsun. Konuşuyorsun. Konuşmalar, sesler, notalar gibi melodik. Hiçbir şey tasarlamadan, hiçbir şey düşünmeden –istesen de düşünemeden- öylece konuşuyorsun. Songülle konuşur gibi, Yeşimle mesajlaşır gibi, hala seviyor gibi, söyleyemiyor gibi, bu gibileri daha fazla uzatma der gibi…

Sonra o telefon kapanıyor ya kardeşim… Oturup ağlıyorsun…

20 Eylül 2014 Cumartesi

Bir Gün Ebi’nin Gözleri Geliyor, Her Şey Değişiyor!

Mora, Ebi’nin gözleri ile açılır,
Ebi’nin gözleri ile kapanır…

Benim hiç İstanbul’da ablam olmadı, hiç küçük kız kardeşim ve hiç yerime ağlayan yalnızlığım. Çiçekçi dükkanlarım, gibi kahır kadınlarım, efkarı dinmeyen dumanlarım. Sarmaşık yalanlarım sonra gizli oyuncak ruhlarım…

Siz çıkıp geldiniz, elinizde çocuksu cümleler ve en çok da ince “e” harfi. Bakın, dediniz, bu gece bir dünya kuracağız ve siz o dünyada yeni yolcularsınız. Gülecek miyiz, evet! Ağlayacak mıyız, için için! Sevecek miyiz, hem de çok!

Siz gelince, bir vakıf buram buram mandalina koktu. Bir ağaç oldum olası şiir açtı. Sandalyeler ve sardunyalar, belki ilk kez güldü. Ruhum, gençliğini eline aldı, size baktı ve yüzyıllık tarihi bir çırpıda anlattı; eski Türk filmlerinin “yazıyor yazıyor” replikli çocukları gibi bağırdı: Ebi’nin gözleri geliyor, her şey değişiyor…

Ebi’den önce, daha sigaramız yanmamıştı, daha efkarımız başlamamıştı, daha hiç mutlu olmamıştık. O gece İstanbul güldü. O gece İstanbul ilk kez güldü. O gece türlü yalanlarla gönlümüzü uyuttuk. Sabaha her yanımız mutlulukla uyandı.

Ebi geldi. İnsanlara baktım. İnsanlar o kadar da kötü değil, o gün anladım. O kadar da yaşlı değiliz, sanıldığı kadar üzgün değiliz, belki mutlu da değiliz, ama insanız, o gün anladım. Öztürkçede “eb” diye bir kelime olduğunu, neden bu kelimenin bugün “ev” şeklinde kullanıldığını, bu kelime değişmeseydi “evim var” yerine “ebim var” diyeceğimizi, kimsenin benimki gibi bir ebi’si olmadığını o gün anladım.

Ebi geldi. Bütün şehri yıkmalı, yeniden yapmalı dedim. Hapishaneleri yakmalı, köprüleri yıkmalı, yalnız ağaçlar kalmalı ve yalnız insanlar çiçek açmalı, o gün anladım. O gün anladım, metrobüsler niçin var, niçin mis gibi mandalina kokacak tramvaylar…

Ebi’nin gözleri vardı. İnsan akıl sır erdiremezdi. Romanlar ne kadar uzun olursa olsun, Ebi’nin gözlerini anlatamazdı. Şarkılar, onun gözlerinde betimlenen fon müziğinden başka bir şey değildi. Şiirler, her yanı Fatih kokan sessiz sokak eserleriydi. Ebi’nin Niğde gazozunu içemeyişi, kalan son şişeden birkaç damla bardağa döküşü, eski Türk filmlerinin yegane konusuydu. Ebi’nin gözleri vardı. Ve hiçbir göz, onun yanında anlam kazanamazdı.

Dedim ya, benim hiç İstanbul’da ablam olmamıştı, hiç küçük kız kardeşim ve hiç yerime gülsün diye soytarılık yaptığım yalnızlığım… Şimdi Ebim vardı… Ve her şey başkaydı…

11 Eylül 2014 Perşembe

Sansürlenmiş Yazılar: Ne Kadar Yakından ve Arada Uçurum

Serengeti aslanları avlarını yemeden önce etrafı kolaçan ederler. Keyiflerine düşkün su aygırları, suyun içinde öylesine bencil, öylesine kendinden başkasını düşünmeyendir ki, huzurlarını bozan timsahları ayaklarıyla ezip öldürmüşlükleri vardır. Başları ve boyunlarının tüysüzlüğü sayesinde akbabalar, leşlerin ciğerlerine kadar iner ve sigara tiryakisi ceylanların solunum yollarından nikotin emer. Maymunların beş parmaklı olması, nesillerinin bir yerinde insanla birleşim kümesi kurup kurmadığı sorununa olumlu cevap verilmesini kolaylaştırır. Haddini bilmez koalalar, ellerini bir çırpıda açar ve kendilerinin de beş parmaklı mahlukat zümresine dahil olduğunu, evrimin ucundan kıyısından bir yerine monte edilmeleri gerektiğini söylerler, hatta bu hususta dilekçe yazarlar, gene de Darvincilere yaranamazlar…

Diyeceğim o ki, salla mamalak… Tut ki karnımız acıktı. Tam buğdaylı, ince kesimli ekmeğin üzerine en kırmızısından kahvaltı sosu sürdük. Kalınca bir kaşar peynirini sosun üzerine yerleştirdik. Kesilmiş zeytinler, güzelim süt mısırları derken fırına atıp kaşarlar eriyinceye dek 10-15 dakika ısıttık.

Tut ki kahvaltıda yalnız değilsindir. Tut ki sol çaprazında o güzelim gözleriyle bir kadın sana bakıp gülümsemektedir. Tut ki, her şey güzeldir…

9 Eylül 2014 Salı

Eski Sevda Yazıları 2: Bir Tereddüt Gecesi

Bazı gecelerde, her türlü uyuşturucudan alınan hazzın birdenbire kaçtığı fena bir an vardır. Elektrik kesilir gibi, araba durur gibi, nefes tıkanır gibi. İnsanın içini anlamsız bir çöküntü kaplar ve göğsüne ağır bir yük oturuverir. Hiçbir şey yapmamak isteği, yalnız kalmak, en sevdiklerine bile –sırf oradalar diye- düşmanlaşmak.

Önce vücudu hafif bir titreme alır. Ağır ağır ilerleyen bir ateş ciğerlere sirayet eder. Üşümediğini bildiğin halde titremeye başlarsın. Bunların üstüne, çöküntüye sebep olan zehrin aynı zamanda ilaç olduğunu bilmek, vücudu tesiri altına alan illetin insan beynini nasıl emdiğini görmek eklenir.

İstisna olmakla birlikte vakit ilerledikçe vücutta büyük tepkimeler belirir. Kalp çarpıntısı, mide bulantısı, başta ağırlık ve fena halde uykusuzluk… Birazdan yaşanacak olayların en büyük tetikçisi, bıçak saplanmış gibi bir baş ağrısıdır. Bilincin devre dışı kalması, burun kemiğine yapışık bir kılcal damarın tık sesi çıkararak patlamasıyla olur.

Kendine gelmeye başladığında insan ruhunun nasıl güzide bir varlık olduğuyla karşılaşırsın. “Şimdi geçecek, daha güçlü olacaksın, her şey güzel olacak, daha güçlü olacaksın, daha güçlü…” Bu, vücudun kendi kendine telkinidir. Betonun ya da tahta parçasının üstünde olman bir şeyi değiştirmez, uyanmaya ramak kala dünyanın en rahat yatağında gibi hissedersin. Yalnızsan sorun yok. Yalnız değilsen, kalabalığın saçma sapan telkinleri…

Galatadayım… Kore abidesinin dibinde, çayırlara uzanmış oturuyorum. İçki yasağının başlamasına yakın bir vakit… Baycan bira almaya gitti. Umarım bana da alır. Cebimde beş kuruş para yok. Profesyonel sarhoşlar, sadece içmez, aynı zamanda içirir. Baycan’ın profesyonel sarhoş olup olmadığını sorguluyorum. Bir iki dakika sonra Baycan, elinde tek bira şişesi ile geliyor. Yanıma oturuyor. Cebimden sigaramı çıkarıyorum. Dört tane sigaram kalmış. Birini kendi ağzıma veriyorum, diğerini Baycan’a uzatıyorum. Belki adamlık öğrenir. Baycan sigarayı alıyor. “Kardeşim, diyor, sana da alacaktım ama inan cebimde beş kuruş kalmadı.” Adamlık namına gelişme var. Sorun değil.

Burcu’yu arıyorum. “Kuledeyim, gel. Bira da getir.” Burcu “tamam” diyor.
“Hadi” ile başlayan her türlü cümleye “tamam” diye karşılık veren iki kişi tanıdım. Biri Burcu… Burcu’nun lügatinde “hayır, şimdi olmaz, müsait değilim, keyfim yok, sonra” gibi tabirler yoktur. Ona ne dersen “tamam” der ve “tamam” sözcüğü bir kadına ancak bu kadar yakışır. “Hadi”ye “hadi” ile karşılık veren ikinci kişi, benim, bunun bir önemi yok.

Az zaman sonra Burcu elinde bir poşetle geliyor. Poşette dört tane bira var. Yanıma oturuyor. Benzi bembeyaz. “Hasta mısın?” diyorum. “Midem bulanıyor” diyor. “İçme o zaman.” “İçmicem, sana getirdim…”

İki bira sonra, Burcu iyi değil. “Beni eve götür” diyor. Koluma giriyor ve kulenin solundan eve doğru yürüyoruz. Ara sıra sendeliyor. “Beni yalnız bırakma.” Hep bu replik… “Beni yalnız bırakma.” Bir dakika içinde birkaç kez, “beni yalnız bırakma.”

Evdeyiz. Yatağına yatırıyorum. Alnı ve yanakları ter içinde. Islak bezle terini siliyorum. Yarı baygın uzanıyor, “beni yalnız bırakma.”

Öyle zamanlar vardır, insan ayık kafayla bile karar veremez, âlemin yazılı olmayan kanunları işler. Ya hastaneye gideceğiz ya da Burcu’nun gözümün önünde erimesini seyredeceğim. “Beni yalnız bırakma” sözünün altında yalnız kalırsam öleceğim korkusu var. Bunu sezdiğim vakit düşündüğüm tek şey: “ailesine ne derim?”

Halbuki bütün meseleler gibi bunun da basit bir izahı var. Beynimiz, en basit halleri bile en çetrefilli kıvamlara getirmek konusunda hemcinsleriyle yarışır. Yarım saat içinde Burcu sızıyor. Bir sandalyede oturmuş öylece ona bakıyorum. Bir süre sonra sayıklamaya başlıyor. İlk hecesi vurgulu, harfler ilerledikçe belirsizleşen kelimeler, isimler… Çoğu anlamsız… Yalnız, bir iki defa, bu şarkıcı kızın dilinden bilinçsiz vaziyette süzülen bir inilti. Bunca şarkıcının, bunca şairin yüz binlerce mısra ile anlatmaya çalıştığı şeyi, Burcu tek bir iniltiyle, nihavent makamında söylüyor…

Bir saati aşkın bir süre… Burcu gözünü açıyor. Bir süre duvara bakıyor. “Burcu” diyorum, gözlerini sese çeviriyor. “Beni duyuyor musun?” Gözlerini kırpıyor. Onu ilk kez bu kadar bitkin görüyorum. Belki de ilk kez ne yaptığımı bilerek telkin yapıyorum:
“Oh be, sonunda kendine geldin. Rahatladın be kızım. Dinlenmek iyi geldi. Miden bulandı, ağrın vardı ama şimdi iyisin. Hava aldın, biraz uyudun, ayılıyorsun. Yüzüne renk geldi. Ama bak, harbi diyorum, sızınca çok güzel oluyorsun. Ayna olsa da göstersem.” (buna benzer cümleler)
“İstemem” anlamında kaşlarını havaya kaldırıyor. Kadınların, hiçbir erkek cinsinde olmayacak türden bu zarafet anlayışına hep hayran kalmışımdır. Hiçbir kadın aynada çirkin bir yüz görmek istemez.

Sıra aklını alıp uçurmakta… Kendi vücudunu dinliyor ve bu ona acı veriyor. Aklını karıştıracak bir şey… “Yalnız, her şeyi itiraf ettin hee. Bayaa sağlam sırların varmış.”
Ve hayatın en anlamlı sorusu: “Ne dedim?”
İşte bu. Hep işe yaramıştır, yarayacaktır. Herkesin sırrı var. Ve herkesin ifşa olma korkusu… Bu iş bu kadar. Artık akıl başka yerde. Uyu kızım, rahatça uyu, sabaha daha güçlü olacaksın.

Havanın ışımaya başladığını hatırlıyorum. Sızmışım. Burcu’nun belki de kendisinin bile duyamadığı bir “şşş” sesiyle uyandım. “t”siz bir “şşş”. Mecalsiz, biraz yana kaydı, olanca kuvvetiyle yorganı kaldırdı ve “yanıma gel” dedi. Yanına gittim…

Sabah olmuş. Ne vakit rahat bir kucakta uyusam, kolay kolay uyanmam. Burcu yatakta yok. Mutfağa gittim. Burcu kahvaltı hazırlıyor. Sarıldım. İlk kez, ona bu kadar içten sarıldım. Kadınlar, içten sarılmaları hisseder. Anlamlandıramasa bile hisseder. Burcu’yu bu kadar güzel görmemiştim. İlk kez ondan hoşlanma ihtimalini, hatta hoşlandığımı düşündüm. Ve Burcu’nun dilinden, bütün gecenin ardından, tek bir soru: “Sen niye sandalyede uyudun?”


Cevap vermeli mi? Biz insanlar gerçeğe değil, duymak istediğimize inanırız. Bir kez olsun bunu yapmaya hakkım var: “Çok güzel uyuyordun, seyrederken sızmışım.” Yemedi, ama güzel oldu. O günün akşamında, dolaylı yoldan, benden hoşlandığını, birlikte olma fikrini söyledi. “Gideceğim” dedim. “Beni bir daha görmeyeceksin.” Bu söylediklerimin birçok kadının ruhunda beni daha cazip hale getirdiğini bilirim. Burcu’nun duygularıyla oynamak gibi bir derdim olmadı. Her şeye tamam diyen kadın, buna da tamam dedi. Mutfakta ne mi oldu? “Sana bir daha sarılayım mı?” dedim. Önce o sarıldı…

6 Eylül 2014 Cumartesi

Eski Sevda Yazıları: Mamalaksoyka ve Kaldırım Çocukları

Kapşonumu gözlerime indirdim. Ceketimin kollarını dirseklerime kadar sıvadım. Vakit gece yarısı ve ben Galata’dan Şişhane’ye doğru yürüyorum. Ara sıra asfalt ayağımın altından kayıyor. Asfalt kaydıkça ışıklar gözlerimde billurlaşıyor. Kendi kendime çarpıyorum. Söylemeye ne hacet? Tabi ki sarhoşum. Gene çekmişim burnum mis gibi karanfil kokuyor. Karşımda sarışın üç turist. Göz göze gelmekten korkuyorlar. İki kolumu yüz seksen derece açıyorum. Birinde kahverengi bira şişesi, diğerinde sigara. Ve olmazsa olmaz bir Amerikan repliğini haykırıyorum: “Wellcome to my tired country.” Gülüyorlar. Göz göze geliyoruz. Korkulacak hiçbir şey yok. Her şey naylondan, o kadar.

Otobüsü fazla beklemiyorum. Kartımı basıp biniyorum. Şoför elimdeki bira şişesine bakıyor. “İster misin” diyorum, gülüyor. Oturacak tek yer, bayan yanı. Oturuyorum. Esmer olmayan kadına dönüp bunca yıllık geçmişimi bir çırpıda söylüyorum: “Dünyanın en güzel kadınının bile bir can sıkıntılık işi vardır. Can sıkılınca herkes unutulur.”

Aya Kapı’da iniyorum. Gece yarısı içki yasağını delen tek büfe Elit Büfe’dir. Dolaptan üç şişe alıyorum. Kemal Abi’nin babası üç gündür hastanede. Durumunu soruyorum. “Hep aynı” diyor. Ne demek, hep aynı? İyi mi? Fena mı? Bilmiyoruz. İyi olmadık ki fena olup olmadığımızı bilelim. Demek fena da değiliz. Fena olmamak iyidir, öyle ise iyi gibiyiz. İyi veya fena, biz hürüz.

Otoparkçı abiler de büfede. Nerede yaşadığımı soruyorlar. Kim bilir? Nerede yaşadığını kim bilir? “Buralar bizden sorulur” diyorlar, “başın sıkışınca bize gel.” Ben başım sıkışınca kaldırımlara giderim. Kaldırımların üstünde ne güzel yürünür, ne güzel bağıra bağıra şarkı söylenir, arkadaş kahkahaları ne güzel hatırlanır ve için için ne güzel ağlanır. Kaldırımlar, orasıdır evim. Sizler benim misafirimsiniz. Arka bahçemde gibisiniz. Oturduğunuz evler, binalar, hepsi benim. Ama isterseniz alın, sizin olsun. Bana kaldırımları verin yeter. Kaldırımlardadır aradığım hürriyet. Sokak köpekleri, filozof kediler ve aziz dostum dilenciler. Yalnız onlarda bulurum sahiciliği. Ve yalnız onlarda tadarım yaşamanın özgürlük olduğu hissini.

Biralardan birini açtım. Diğer ikisini poşete koyup yolun karşısına geçtim. Parklardan ve sahillerden yürümek sarhoşluğun şanındandır. Yürüdüm. Ağacın dibinde oturmuş, içi köz dolu tenekeyle ısınmaya çalışan biri… Elleri ve yüzü soğuktan kabuk bağlamış. “Merhaba” dedim. Kurumuş çam iğnelerini toplayıp tenekenin içine atıyor. Bu iğneler ateşi körüklemez. Ben de kurumuş çam iğneleri toplayıp tenekenin içine attım. Biramdan uzattım. İstemedi. Sigara verdim. Sigaralardır bütün muhabbetin başlangıcı. Suriyeli. Tam 15 dakika. O Arapça konuştu, ben Türkçe. Ve anlaştık.

Sizler onunla anlaşamazsınız. Sizler onu görünce yolunuzu değiştirirsiniz. Paranızı çalacağından ya da size zarar vermesinden korkarsınız. Ama biz… Üç büyük korkuyu belleğimizden sildik: Sefalet, hastalık ve ölüm korkusu. “Ölümden korkmuyoruz ki hastalıktan korkalım, hastalıktan korkmuyoruz ki sefaletten korkalım, sefaletten korkmuyoruz ki, dolgun bir karın sıvamak ihtiyacıyla hamilerimizin önünde el pençe divan duralım ve onlara: ‘Afiyeti devletiniz nasıldır efendim?’ diye soralım.
Biz kendi kendimize sorarız;
-         -  Afiyeti devletiniz nasıldır efendimiz?
Ve yine kendi kendimize cevap veririz:”
-          - Hep aynı, hep aynı, hep aynı!

Biz kim miyiz?
Gece yarısı kaldırımda yürüyenler. Kaldırım çocukları. Bütün hayatımız kaldırımların üstünde geçti. Onların üstünde hayallerimizin en dehşetlisini kurduk. Ve onların üstünde karar verdik, hayallerimizin peşinden gitmemeye. “İnsan hayallerinin peşinden koşmalı.” Ne büyük yalan. Ulaşılacak olduktan sonra hayal kurmanın manası ne? Biz… Hayal kırıklığından korkmuyoruz ki, hayal kurmaktan korkalım. Mutlu olmak gibi bir derdimiz yok ki mutsuz olalım. Biz yalnızca yürürüz. Sokak köpekleri, filozof kediler ve aziz dostum dilenciler… Yani kaldırım çocukları…

İkinci birayı açtım. 10 dakikalık yolu yarım saatte yürüdüm. Kayıkçıların önündeyim. Midyeci çocuk “ister misin” dedi. İstemem, ver bir tane. Güzelmiş, bir tane daha ver. Al şu parayı, ne kadar geliyorsa hepsini ver. Sigara ister misin? Yaşın küçük. Olsun, iç bir tane.

Parkın ortasından yolun karşısına geçtim. Elimdeki son birayı da açtım. Bakkalın çırağı “afiyet olsun abi” dedi. “Sağlık olsun” dedim. Aynı anlama gelen iki kelime: afiyet ve sağlık. “Afiyet olsun” denince, iyi bir şey denmiş oluyor. “Sağlık olsun” sözünü ise kaybedenler söylüyor. Önemsemedim. Sola dönüp ince yokuşu tırmandım. Rıfat Efendi Sokağı’ndayım. Sessiz olalım. Burası, iyi ailelerin sokağı. Ev kuşlarının hepsi burada. Birbirlerine sükunet veriyorlar. Biri çıkarıp sükunetini diğerinin ağzına veriyor. Onları birbirine bağlayan tek şey bu. Aman sükunetlerini bozmayalım.

Biraz daha yürüdüm. Tanrıverdi Büfe içki saatinin başlaması ile gene erkenden kapanmış. Vapuru okşamak istedim. Vazgeçtim. Yürüdüm. Köfteci “sarayım mı bir yarım” diye sordu. “Yok abi” dedim. Sabah kahvesini ucuz ama kaliteli yapan kahvehanedeyim. Şişeyi tezgahın üstüne koyup tuvalete girdim. Çıktığımda şişe yerindeydi. Hiçbir profesyonel sarhoş, başkasının şişesini araklamaz. Birazcık tadına bakar, o kadar. Biraz daha yürüdüm. Edi dükkanı kapatmış. Bu saatte Diana’nın gülümseyişini görmek güzel olabilirdi. Belki başka sefere dedim.


Geri döndüm. Balık olduğunu düşündüğüm burcum, kulenin altında beni bekliyordu. Yanına gittim. “Bu gece sokakta yatalım mı?” dedim. “Olur” dedi, “ama önce bize gidelim”…

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Bir Damlanız Var mıdır Yaşamak Hey!


Hayat, ucuz parfüm kokusudur…

Susuyorum susuyorum ardı sonu leyl. Bağırıyorum yukarıdan aşağı incecik gece. Bir damlanız var mıdır yaşamak hey! diyorum. (Yaşamak, ucuz parfüm kokusudur çingenenin.) Takriben ucu bucağı zulmet bir yedi gibi duruyorum. Leylin gözlerinde vel fecri okuyorum. Susuyorum susuyorum yaşamak hey! Senin dediğin gibi yapıyorum.

Denizin kıyısı çöplük bir martı. Kanadımı senin kanadına sarmışlar. Sarmal üçgen dehlizlerde yudumsu içmeler sessiz. Bir çığlık koparmışlar, alıp sesine katmışlar. Dalgaların başımdan aşağı (aşağı yukarı) zulmet. Mavi kirpiklerine rimel sürmüşler. (Kirpiklerin, taze badem çekirdeğidir hayatın.) Şaşmışlar şaşırmışlar yaşamak dur! Bir adım geri, eller havaya.

Çalıların arasından bir hışımla peh peh… Seni atıyorum dönüp alıyorum en nefes. Sen girdabına merhem sürüyorsun, aşağı yukarı yıkılgan. Yaralarım diyorum, (yaralarım, geri kalmış köyleridir hayatın.) su, yol ve ekmek. Bir dilim yüreğinizde sızı var mıdır hey! diyorum. Var mıdır sizde, bende olmayan yaşamak! Açıp çeyizime bunu da koyuyorum. Bunu da koyuyorum ardı sonu titrek, sonu ardı ıslak.

Ben bilinmez sulara akıyorum elveda! Amazon aslanları, zeynalar ve herkül. Tadına kim varmış boşlukta ok atmanın? Hera, pegasus ve zeus. Bundan daha güzel yalanınız var mıdır hey! (Yalan, taze badem çekirdeklerine ucuz parfüm sıkmaktır.) Zerre yanılgıyımdır şimdi gün ışıklarına. Nereden gelip kopuyorum, nasıl olsa ölüyorum, en çok da susuyorum susuyorum ardı sonu leyl. Gecenin karanlığına kitap okuyorum, gecenin aydınlığına kitap oluyorum. En çok da susuyorum susuyorum yalnızlık! (Yalnızlığın göbek adı sensizlik.) Şairane mısraları içiyorum tek yudumda.

Dolunay matem rengi bir kızılla şimşek şimşek çöküyor. Fernando, ciğerine nakşettiği ince hüzzamı bir çırpıda döküyor. Kirli sarnıç masallarında şeyim başlıklı kız şimdi kocakarı. Yanılgı zindanlarında eski dünya yenisi nakarat, doğudan gelen sesi bastırıyor. Orta ve batı dünya susuyor susuyor yaşamak hey! diyorum. (Yaşamak, susmaları duymazdan gelmektir.) Duymuyorum…


En son Turist Ömer oluyorum “Aman ey!” diyorum yaşamak hey! anlıyor musun?

17 Ağustos 2014 Pazar

Sarışın Gecenin Kalbi

Beni aldı kalbinin içine getirdi. Bak dedi, buralarda ve buralarda ne var. Buralarda ve buralarda ne varsa hepsi al senin olsun dedi. Beni aldı kalbinin içinde gezdirdi. "Yeter ki ellerimi bırakma!"

Bir köşede asılı yeşil gözleri vardı, giydirdi. Bir köşede yere uzanmış aslanlar vardı, yedirdi. Bir köşede sarışın geceler vardı, kuruttu. Bir başka gün gene gel dedi,  gene gel dedi, başka bir gün dedi. Başka bir gün hangi güne geliyordu, söylemedi.

Ben çıktım ama aklım hep içeride kaldı. Kalbinin köşesindeki yeşil aslanları hatırladım. Sarışın ceketini, uzanmış kurutulmuş yemekleri, bir başka gün, başka bir gün, gene gel deyişini, sordu bana bunları ve ben tek tek hatırladım. Hatırladım hangi güne geliyordu, söylemediğini…

Hadi, o ülkeye gidelim dedi, gittik o ülkeye. Şiir yazalım dedi, oturduk şiir yazdık. Az biraz sarhoş olalım dedi, onu da yaptık. Ellerimi tut ama bırakma, bana yeter dedi, ellerini tuttum ama bırakmadım. Ona yetti.

Gözlerine bakmak geldi içimden, gözlerine baktım. Gülsün diye yanaklarını sıktım, güldü. Oyalanma dedi, gel, kalbimin içinde daha neler var. Daha neler var senin görmediğin, benim keşfetmediğim. Hem korkma dedi, kalbime ikimizden başka kimse giremez. Yeter ki ellerimi bırakma!

Beni aldı kalbinin içinde bir köşeye oturttu. Bak dedi, burası sen gelene kadar hep boştu. Bak dedi, artık sen varsın, artık ben varım. Artık biz varız, başka ne hacet. Beni al, dedi, kalbinin içine götür, ben senin ellerini hiç bırakmam!


Onu aldım kalbimin içine götürdüm. Bak dedim, buralarda ve buralarda hiçbir şey yok…

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Son Defaymış Gibi Değil, Son Defa Leyla...

Dünyanın en leyla kadınıydı o
Düşler biçiminde hüzünlü, çocuklar gibi şen şakrak
Hani diyorum, bir tavla daha mı atsak?

Biliyor musun, bir yılın sonu şimdi. Çam ağaçlarısız, gürültüsüz, tam senlik işte. Caddelerde sarhoş yok, E1 hala ekspres. Deniz desen, bıraktığın gibi, yalanıp duruyor tuzunu dudaklarının…

Saat 5 dedi mi çıkıyor bütün memurlar, sabah 6’da poğaçalar hazır, beğenmediğin afişi de geçen gün kaldırdılar. Kuşlar leyla diye ötüyor, okul leyla sesiyle paydos, senin kokunu çekiyor hala kumsal…

Kelebeğin kanatlarından doğan salyangozun çizgilerini gün gibi anımsıyorum. İçinde biz olan odayı, denize nazır çayları, gülmeni, en çok da omuzlarını… hatta ille de onları…

Hiçbir şey yapamazsam oturur seni yazarım diyordum ya, beceremiyorum. Eksik kalıyor her şey, hiçbir şeyi sığdıramıyorum. Zannediyorlar ki, seni hala seviyorum. Hala üzerine titriyorum. Adın geçince duruluyorum. Uzaklara dalışım senin yüzünden, uzaklarda kalışım hep senden. Daha neler dimi? Boşunaymış gibi aylak aylak sabahlara kadar… Ben olsam da olmasam da ev alacaktın ya Samsun’dan… Hadi şimdi gel de al…

Zannederdim ki, insan sevdiğine benzetir herkesi. Arkası dönük herkes, birilerinin sevdiğidir. Sen neden kimseye benzemedin? Üç kuruşluk dalga değil miydi yani bütün mesele. İki laf, bir okkalı bakış almıyor muydu aklını insanın. Gözden uzak olan, gönülden uzaklaşmıyor muydu yani? Şair haklıymış: "Aşk eskidikçe aşktır, sevgi eskidikçe sevgi." Hay benim gerizekalı kafama dimi?

İşte böyle ansızın düşüyorum ellerine yok misali. Ne sesim kalıyor ne öfkem. İçimden bir ses Leyla diyor. Söze giriyor uzaktan sevdiğin bir yanım: “Sevda sahrasında mecnun değilsen, ne Leyla’yı çağır, ne çölü incit.” Mecnunum diyorum, sonra simsiyah oluyorum bir kadını müjdeler gibi… Simsiyah, boynuma dolanan saçların kadar… Nasıl da güze çalıyor gazellerim, al beni şimdi, bu ölümden kurtar…

Bugün günlerden Leyla diyor takvim… Her günüm leyla diyor içimden bir ses...

Öyle özlemek falan değil de kızım, ne bileyim… Öyle işte…

7 Ağustos 2014 Perşembe

Masumiyet



"yusuf: çocuk neden sakat abi? 
bekir: doğuştan. doğuştan denmez aslında. hamileyken babasından ağır bi dayak yemiş. 
yusuf: babası nerde? 
bekir: sinop’ta. 
yusuf: hapishanedeki? geçen gün uğur abla'yı hapishaneye giderken gördüm.
bekir: sevgilisi.
yusuf: onun için mi bu şehirdesiniz? sen? 
bekir: uzun hikaye. karışık. bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. mevlanakapı’da. babası zabıtaydı. alkolik hasta bi adamdı rahmetli, erkenden de gitti zaten. bu anasıyla yoksul, perişan. bizim tuzumuz kuruydu, hacı babam yapmış bi şeyler. bi de zagor vardı. bizim eski evin kiracısının oğlu. babası filimciydi yeşilçamda. cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte. ama sevimli, yakışıklı oğlandı. bizimkine aşık etmiş kendini. ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. öylece büyüdük gittik işte. ne bok varsa hep askerliği beklerdim. dört sene kaldı, üç sene kaldı. sonunda o da geldi gittik. bizde de herkes bunu bekliyormuş; gelir gelmez yapıştılar yakama. ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan. nikahlandık. iki taksi bi dükkan verdi peder. dükkanda koltuk moltuk satardım. bi gün bu orospu çıkageldi. hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. böyle basma bi etek dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bi bluz, saçlar maçlar. pırlanta anlıyacağın. şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. kanıma girdi o gün. tabii taktım ben bunu kafaya. ertesi gün bi soruşturma. dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede. ama asıl zagor’a kesikmiş. zagor da kaftiden içerde o sıra. bi gün süslenmiş püslenmiş, zırt geçti dükkanın önünden. yazıldım peşine. tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı, minibüs otobüs, geldik sağmalcılar’a. benim içimde bi sıkıntı. işi anladım tabii, zagor’u ziyarete gidiyor. bi tuhaf oldum, piçi de kıskandım. uzatmayalım çaresiz evlendik ötekiyle. o ara zagor içerden çıktı. sonra bi duyduk, kaçmış bunlar. altı ay mı bi sene mi, kayıp. hep rüyalarıma girerdi orospu. o gün dükkana gelişini hiç unutamadım. benimkine bile dokunamaz oldum. sonra bi daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş zagor. biri polis, ikisinin de gırtlağını kesmiş. karakolda beş gün beş gece işkence buna. arkadaşlarının öcünü alıyorlar. kaltağa da öyle. önce öldü dediler zagor’a, sonra komalık. ankara’da oluyor bunlar. bizimki bi gün çıkageldi mahalleye. zagor içerde, en iyisinden müebbet. bi sabah dükkana geldim, baktım bu oturuyo. önce tanıyamadım. anlayınca içim cız etti. cız etti de ne? tornavida yemiş gibi oldum. çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bi surat. ama bu sefer başka güzel orospu. orhan'ın şarkıları gibi. kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. dedi para lazım, çok para. zagor’a avukat tutacakmış. ilerde öderim dedi. esnafız ya biz de, “nasıl?” diye sormuş bulunduk. orospuluk yaparım dedi, istersen metresin olurum. içime bi şey oturdu ağlamaya başladım, ama ne ağlamak! işte o gün bi inandım orospuya tam yirmi yıl geçti. uzatmayalım, zagor’a müebbet verdiler. ama rahat durmaz ki piç! ha birini şişledi, ha firara teşebbüs. o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyor. orospu da peşinden. sonunda dayanamadım, ben de onun peşinden. önce dükkan gitti, ardından taksiler. karı terk etti, peder kapıları kapadı. yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. iş bilmem, zanaat yok. bu tınmıyor hiç. ilk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. gözünü yumup yatıyor milletin altına. gel dönelim diye çok yalvardım. evlenelim, pederi kandırırım, zagor’a bakarız, yok. kancık köpek gibi izini sürüyor itin. n’aptı buna anlamadım. kaç defa dönüp gittim istanbul’a. yeminler ettim. doktorlar, hocalar kar etmedi. her seferinde gene peşinde buldum kendimi. bi keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu, hamile. beni abisiyim diye yutturduk herife. nedense rahatladım, ohh dedim, kurtuluyorum. bu da akıllanmış görünüyor. yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyor başka bişey demiyor. sinop’ta oluyor bunlar. ben de döndüm istanbul’a. doğumuna yakın, zagor bi isyana karışıyor gene. hemen paketleyip diyarbakır cezaevine postalıyorlar. çok geçmeden bizimki depreşiyor gene. o halinle kalk git sen diyarbakır’a, üç gün ortadan kaybol. herif kafayı yiyor tabii. dönünce bi dayak buna, eşşek sudan gelinceye kadar. kızın sakatlığı bu yüzden. sonra çocuğu doğuruyor. durum hemen anlaşılmamış. ortaya çıkınca bi gece esrarı çekip takıyor herife bıçağı. çocuğu da alıp vın diyarbakır’a, zagor’un peşine. allahtan herif delikanlı çıkıyor da şikayet etmiyor. ben o ara istanbul’da taksiden yolumu buluyorum. epey bi zaman böyle geçti. yine her gece rüyalarımda bu. zagor’un diyarbakır cezaevinde olduğunu duymuştum o sıralar. bi gece bi büyükle eve geldim. hepsini içtim. zurnayım tabi. bi ara gözümü açıp baktım, karlı dağlar geçiyor. bi daha açtım, başımda bi çocuk, kalk abi, diyarbakır’a geldik diyor. baktım, sahiden diyarbakır’dayım. bi soruşturma. kale mahallesi vardır oranın, bi gecekonduda buldum, malımı bilmez miyim? görünce hiç şaşırmadı. hiçbir şey demedik. o gece oturup düşündüm. oğlum bekir dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. o gün bugün usul usul yürüyorum işte."