20 Aralık 2015 Pazar

Parçalanmış Saat Camının Koluma Yazdığı Yazıdır

Bembeyaz bir cigara dumanı elimde. Beynimde taze kavrulmuş fesleğen kokuları. Sen incecik teninle gözüme ilişirsin kuzey yamaçlarımdan. Onlar gibi beni de tutsa dersin. Tutsamak hiçbir nilüferin güdümünde değildir, bilirsin. Ben alır saatimi duvara fırlatırım. Saat yere düşünceye değin, eski köprünün altında, zamanı durdurup yeni bir tütün sararım. 

17 Aralık 2015 Perşembe

Islak Gibi Bir Şeydik Gülüyorduk!

Sonra ben senin gözlerine üç dirhem papatya suyu damlattım üç tutam kekik ve bir çorba kaşığı böğürtlen.

Eski sokak sarnıçlarımız yosun gibi yalnızlıklar ekledi ıhlamur kokulu ve kestane korkulu trampetler.

Bir güvercin gökyüzünde taklalar atıyordu köpekler tütün sarıyordu kediler tiryaki.

Sen saçlarını kıvırıp ıslak havluna kurumuş pınarlar saçıyordun ellerin durmuyordu düşe kalka temizleniyordu sesin.

Bir bulut kaç kezdir yanıbaşımda karanfil deriyordu papatya alıp fala bakıyordun kimi seviyor kimi sevmiyordun bilinmez.

Biz kaldırım gibi bir şeydi neydi bilmiyorduk çıkıyorduk nefesimiz birbirine karışıyordu.

Elmalar olgunlaşmış kimse duymasın diyordun elmalar sonra Amasya’dan mı geliyordu biz mi gidiyorduk.

Halbuki erken kalkmıştık saçlarımızı taramamış daha duş almamıştık bakkalın kızına laf atmamıştık ekmeğimiz yoktu.

Sonra senin gözlerine üç dirhem papatya suyu damlattım üç tutam kekik ve bir çorba kaşığı böğürtlen. Bir ara sıcaklar gibi oldum dedin ellerime dokundun ceketimi çıkardın.

Gariptir taze kavrulmuş sevdalar ısırdın aslanlar yedirdin geceler kuruttun. İnsanlar geçti sokağından herkes üzgün sen mutluydun.

Ben önce rüyamda gördüm seni uyandım yanımda gördüm uyudum tekrar rüyamda. Martılar da bizim gibi iç çeker mi diye sordun menekşeler kurumuş mu diye baktın rüzgar var mı dinledin.

Ben çıkarıp adına şiirler yazdım yanılgılar usangaçlıklar ekledim sarı siyah kızıl mavi. Işık gibi bir şeydin gökyüzünden düştün sokağa çıktın donakaldık ışık gibi bir şeydin.

Gölgemde oturup dinlenmek istedin gölgemde kimseye görünmeden hesap vermeden. Kalkıp çay demledik yeni kitabımızı okuduk denize karşı fotoğraf çekindik.

Ellerimiz gibi gözlerimiz de güzeldi yanaklarımız da vardı sesimiz de kalbimiz de. Yeni fasıllara meylettik yeni şarkılar söyledik dostluklar edindik.

Sabaha bir yanımız ıslak uyandık yağmur da yağmıştı ayaz da vardı şelale de. Çocuklar şeker yiyordu pamuktan kömürden gözlerinden ve nihavend sesinden.

El ele türlü sarmaşıkları geçtik türlü kızarmış ekmekleri ve türsüz bakkal çıraklarını.

Üstelik bu sabah erken kalkmıştık saçlarımızı taramamış daha duş almamıştık kirli isteklerimiz ve ekmeğimiz yoktu.

Kimsenin kötülüğünü istemezdik herkes çiçek olsun derdik oturur biz de çiçek olurduk.

Sonra ben senin gözlerine üç dirhem papatya suyu damlattım üç tutam kekik ve bir çorba kaşığı böğürtlen.


Sen dönüp varlığımızı bölüşelim mi dedin, ben olur dedim bir ara, bölüştük…

13 Aralık 2015 Pazar

27 Boğum ve Tutsak Damarlar

Tutsak damarlarında kavrulan teninin kokusunu çektim içime yeni bir nergisi koklar gibi. Hiç işlemeli yarım kürenin dönencelerine ahenkli dokunuşlarla kazıdım adımı. Kirpiklerinin yayını çekip oklarını tenime batırdın gözlerindeki sürmenin edasına yeni bir biçim katarak. Kapı gıcırdatı ve duman da tüttü şehrimizin yarı aykırı kalorifer bacalarından ve dudaklarında gizlenen kırmızı mührü iç çekişlerimle açarken, acaba karnın tok mudur diye elmacık kemiklerini yokladım. 

Sayın pencere saçlarını rüzgarıma uğurluyordu konuk ediyordum gülüyordun. Çıkarıp çeyrek asırlık pınarlarından su ikram ettin kaynak benliğin üzerime titriyordu. Ben gelincik meyvelerimden sana yedirdim taze portakal kabukları ve elma soy ağaçları vardı. Sen dün gibi anımsıyordun yirmi yedi boğumluk parmak izlerimi ve bulutlarımdan yarı baygın dönüşünü. Acaba tekrar gelecek mi diye bakıyordun kapıya arasıra gel postacı gibi elektrik faturasını da unutma. Ben tamam diyip pusulamı yanıma alıyordum inceden bir tarkan şarkısı çalarak: 
“kanıma girince tekinsiz geceyi yırtar çığlıklarım her gece beni karanlıklar sarar…”

2 Aralık 2015 Çarşamba

Yardım Edelim mi Hanım Abla

Mamalak, siyah ceketinin kollarını sıvamış buzzz gibi soğuğa aldırmaksızın sakallarına sürdüğü bin yıllık tutkunun kapağını çevirip belden yukarsını 25 derece eğerek ve de baş parmağıyla burnuna dokunup yarım ama sert bir nefes çekerek elinde poşetlerle öleyazan bu yirmilik ihtiyarın gözlerine yazdı reçeteyi: “Yardım edelim mi hanım abla?”

Kadın, gülmekle şaşırmak arasında 3 saniye gide gele “gitmek ve gelmek” konusunda ne denli mahir olduğunu ima değil aşikar etti. Konuşmak istedi, konuşamadı. Kuşlar da tam bu sırada 3 kanat çırpışta sahile meyletti.

Böylesi “what the fack” durumlara bitirim ayaklar çizen soykamız en ala emirlere amade selamını çakıp inceden ikiledi –ki bu ikileyiş kadının erkeğin arkasından bakma sebebidir ve de bu durumda erkek arkasına dönüp kadını dikizlememelidir- ve gidiyorum gözüm değil arkada, kaçsak da olur buralardan kaçmasak da mısraları eşliğinde Atakent’e seyretti.

Ah bu şarkıların ta mua goyim şarkısıyla mala bağlayan hanım ablamız mamalakın soykalığına değil, soykalığın doğallığına iç çekti. Belki de bu sıradan bir nefes alıp verişten başka bir şey değildi. Neme lazım, kadındı ve biliyordu alıp vermeyi.  

Velhasıl, onlar vurdu biz de vurduk, bazen onlar vurdu biz durduk, bazen biz vurduk onlar ne yaptı bilmiyoruz şiirinden kotarılma bir yazı duvarı süsledi; altına imza olarak “içsek mi” diye soruldu; “cevaben içsek de olur içmesek de” yazıldı ve eklendi: “Yardım edelim mi hanım abla sorusu dünyanın en tebessüm ettirici sorusudur ve cevapsız ama gülücüklü bakışlarla karşılanmak mamalakın mutlu olmasına kafidir.” Ne demiş Cames Bond: Dünya böyle daha güzel, böyle gelmiş böyle gider. Yes, Frankeştayn…

27 Kasım 2015 Cuma

Siyah Giyen Kadınlar –Ya Da- Mor Salkımlı Greyfurt -Ya Da- Yakışıksız Kabahatler –Ya Da- Konuşmak Düzeltmektir –Ya Da- Susmak En İyisi

O kadınlar, ceketleri karadır, pantolonları kara. Gözleri de karadır bahtları da.          

Konuşmak düzeltmektir susadım. Varlığın zamansız sancısı bu içimdeki. Git-gel-it-el t ve l… Yani bu yazıdaki yarım ağızlı dolunay. Vakit erken geciktim. Yaramaz pınar savruldu ceketimden sonra sen. Kimseye sormadan susadın çok susadın ben geciktim. Kalın-ince bir İ harfiyim.

Varsın yazsın bizi notalar. Bahar da bizdendir sonbahar da. Ağaçlar sarı, turuncu ve ölü. Aralık geldi sıcaklık 27. Siyahları çıkarıp beyazları giysek mi?

Bunları yazdım çünkü bağırmak geldi içimden. Alışageldiğiniz hayatınıza herkesin imrendiğini sanırsınız da çıkmamak üzere kuyudasınızdır bilmezsiniz. Ben size yazıyorum bunları. Size, sizin gördüğünüzle benim gördüğümün aynı olmayışına…

“Hocam, yanlış kodladım mı diye bakabilir miyim içime bir karanfil çöktü de. Siz kağıdı ararken gözlerinize dalarım, bakarım tuhaf ıslak. Belki siz de bir köşede oturur sigara içersiniz ve yanıbaşınızdan hışımla geçerim. Ben hışımla geçerken de hışımsız yürürken de...”

Üniversitede zil çalmaz çünkü korkar çocuklar. Korkar ve deniz manzaralı kahveler tek içilmez bilirsin. Ben kahve içtiğim zaman titrer ellerim. Şarkı söylerim şiir yazarım akşam olurum geri sayarım az giderim uz giderim dere tepe düz gitmem yokuş çıkamam alışkın değilim. Hocam beni bu akşam yalnız yaz. Sabaha belki gelirim.

“Hocam adımı yazmayı unutmuşum kağıdımı alabilir miyim? Numaramı da yazdım sorun çıkarsa diye. Sen de yaz numaranı. Yaz ama kimseye söyleme.” İçimden gelmiyor bu yazı. Bıktırdılar mı ne?

Arkadaşlar bilirsiniz, öğrenci öğrenci demektir. Dişisi erkeği yoktur. Olmamalıdır. Gözümdeki varlığınız cinsiyetleriniz, yaşınız, kimliğiniz, karakterleriniz bile değil. Siz oradasınız ben burada bu kadar. Üzgünüm ama zamanla anlaşıyor insan. Anlaşıyor yağmurlu havada ıslanmakla, güneşten yanmakla, soğuktan üşümekle ve derin izli romanlara aldanmamakla. En çok da karanlıkta karanlığa basmadan yürümeyi, yani boklukta boka basmadan adım atmayı öğreniyor… Sahi konuşmak düzeltmektir doğru. Ve yazmak saçmalamaktır. En iyisi de bu.

Bağlamsız son: En iffetli erkekleri dahi yoldan çıkaranların kadınlar olduğunu zannedenler, ortaokulun son demlerini anımsamalı ve erkek muhabbetinde geçen kadın organlarına kulp takmalı. Bizi bizden ettiler doğrudur. Bakışları güzeldir ona da tamam. Ama biz erkeklerin erkekler tarafından kadınlardan önce raydan çıkarıldığını bilmek gerekir. Bir adam yanınıza gelip “üstat yok mu bi şeyler” diyorsa uzaklaşın ondan. Çarşamba’daysanız esrar soruyordur, Samsun’daysanız “manita” durumlarını. “Ah gidinin yükü, sanki ben onu değil de o beni taşıyor.”

Evet, konuşmak düzeltmektir doğru. Ve konuşuyorum şimdi bağırarak. Size de size de ve size de söylüyorum bunları. Benden son bir söz duymak istiyorsanız alın buyurun:

Ben sizden değilim! Ben sizden değilim! Ben sizden de değilim ve asla sizden olmayacağım…

3 Kasım 2015 Salı

Sahibinin Kedisi: Osmanco 2

Merhaba, ben Osmanco. Mamalak’ın kedisiyim. Sizlere bir defa daha yazmıştım. Aslında bu yazıyı çok daha önce yazacaktım ama sahibim bilgisayarını benimle paylaşma konusunda pek cömert değil. Fırsatını bulmuşken çöreklendim bilgisayara. Çörek mi dedim? Canım çekti…

Kızgınlık dönemine girip 3 ay evden uzak kalmıştım. Size bu 3 aylık zaman diliminde neler yaşadığımı anlatmak isterdim ama sahibim buna izin vermeyecektir. Eve döndüğüm zaman O’na da anlatmak istemiştim ama beni durdurmuştu. Ben şöyle demiştim, O da böyle yanıt vermişti:
“Usta”, demiştim, “siyah/gri bir kedi vardı; ben diyeyim afet, sen de bir içim su. Bir gün aldım bunu elime…”
“Sus” demişti ustam. “Böyle şeyleri anlatma, delikanlıyı bozar.”
“Bozulmuş gibi konuştun” demiştim içimden. “Sen nasıl istiyorsan öyle olsun” demiştim dışımdan. Sahibimle basit mevzularda tartışmak beni bozardı…

Velhasıl, yaşadıklarımı sizinle paylaşmayacağım. Aslında bildiğiniz şeyler… İki gönül bir olunca…
“Olmuyor” dedi ustam. “Samanlık seyran olmuyor.”
Neymiş de kedilerle insanlar bir değillermiş. Ustam işte, gereksiz çıkışları vardır.

Aslında hayatlarımız pek farklı değil. Siz insanlarla biz kediler aynı dürtülerle yaşıyoruz. Siz de bir taraflarınız kaşınınca kendinizi tutamıyorsunuz, biz de. Annem –her ne kadar mahalleli ona “arsız” diye çağırsa da ve her ne kadar her yıla bir doğum sığdırsa da- “kediler de kendine sahip çıkmalı” derdi. İnsanlar hayvanlaştı diye biz aslımızı bozacak değilmişiz. Gel de bunu Mart’a anlat.

Hem bazı insanlarda gördüğüm şeylere gülmekten ölüyorum. Tırnaklarını uzatıyorlar, üstüne bir de boya sürüyorlar. Bunu sadece hayvanların yaptığını sanırdım. Bizim koltuklarla, ağaçlarla, tahta, karton, ne bulursak yaptığımız törpüleme işini, onlar metal bir şeyle yapıyorlar.
“Usta” diyorum, “bu kadınlar ne ayak?”
“Heh” diyor, “hayvanları çözdün, sıra insanlara geldi.”
El mecbur susuyorum. Ustamın böyle çıkışları oluyor.

Aaa, size bahçemize dadanan sarı kediyi anlatayım. Adını “sarı kız” koydular.
“Usta” dedim gülerek, “inek mi ki bu, sarı kız koydunuz?”
“Sevdiğimizi anlamasın diye öyle koyduk” dedi.
“Neden” dedim.
“Yoksa gitmez.”
Ustamın böyle bilgece cevapları olurdu…

Geçen gün de beni kucağına alıp şey dedi:
"Bak oğlum, bir kedinin peşinden gitme vaktin geldiğinde, hiç düşünme, hemen git. Hayatını yaşa."
Güler misin ağlar mısın...

Dış kapı açıldı. Sanırım ustam geldi. Gidip ayaklarına sürtüneyim. Hoşuna gidiyor hergelenin.

28 Ekim 2015 Çarşamba

"Seni Sevmek" Diyor Kadın ve Ekliyor

Seni sevmek diyor kadın ve ekliyor:
Sinemada yanında oturan adamın filmin en heyecanlı yerinde sahneye çıkması gibi bir şey… Bu adam şimdi yanımda oturmuyor muydu, ne vakit filmin en heyecanlı yerinde başrolü kaptı, diye düşünmek… Aniden sahneye çıkan adamın şaşkınlığına mı yanarsın, onu izlerken aldığın hazza mı? Bunun bir film olduğunu bilirsin ama gene de ağlarsın, gülersin, seversin. Onun gibi…
Sonra adam birdenbire filmden gider. Başrol oyuncusuyken, üstelik bu başrolü farkında olmadan ona sen vermişken, en heyecanlı yerinde gider. Filmden gitmekle kalmaz, biraz önce yanında oturan adamla bütünleşir, onu da alır götürür. Adam sinema salonundan çıkarken arkasından bakakalırsın. Filmi bırakmak istemezsin. Ama adamın peşinden de gitmek istersin. Adamın peşinden gitsen, sinema salonundaki tepkilerden korkarsın. Kalkarken önüne geçeceğin insanlar seni ayıplarlar. Filme gittiğini bilen arkadaşların filmin sonunu mutlaka sorarlar. Etrafındakiler yüzünden adamın peşinden gitmezsin ama aklın hep onda kalır. Ya filmi bırakıp bu adamın peşinden gitseydim ne olurdu? Akılda hep bu soru…

Film biter ve dışarı çıkarken adam hala dışarıda mıdır ve ben onu görebilecek miyim diye düşünürsün. Sokağa çıktığında birilerini ona benzetirsin. Onu görme umudundan ve ona dokunma isteğinden başka bir şey değildir bu. Aradan yıllar geçse bile kendini her sinema salonunda hayal ettiğinde “şimdi” dersin, “şimdi gitsem peşinden, bulabilir miyim onu hala bıraktığım yerde?” Aklının bir köşesinde yanında otururken yüzüne bile bakmadığın bu adamın nasıl birdenbire başrol olduğu ve nasıl filmin en heyecanlı yerinde seni ve filmi bırakıp gittiği… Ve keşke peşinden gitseydim pişmanlığı…

23 Ekim 2015 Cuma

Şair Leyla Sokağı

Ama sen, şiir nedir bilmezken… Nasıl oluyor da bir sokağa adın veriliyor, üstelik isminin başına “şair” sıfatı ekleniyor?

Pulp Fiction’da Uma Thurman’ın sigara tutuşunu andıran bir dokunuşla bardağa uzandı. Serçe parmağı diğerlerinden daha yukarıda olacak şekilde bardağı kavradı ve tek seferde yudumladı. Elindekini yere koymaksızın başını kaldırdı ve derin bir nefes salıp: “Şairler, dedi, şairler de böyle içer.”

Halbuki ne şair tanımıştı ne de kendini şair zanneden münşidleri. Kadındı ve biliyordu kendine gizem katmayı. Belki de haklıdır diye düşündüm. Belki de içmiştir Fuzuli de bu alevden, düşmüştür bu iksir ile Mecnun, Leyla’nın bana anlattığı o hale…

Paketimi çıkardım ve bir sigara yaktım. Gözlerimin önünde sevişen sigara dumanları Leyla’yı hayali bir sahra güzeli gibi gösteriyor ve ona daha dikkatli bakmamı sağlıyordu. Dikkatli bakıyordum çünkü yanıyordum. Yanıyordu çünkü bu sigaradan içenler, yanıyordu ve içine çekiyordu aşkın gecesini efkar ile ah ile…

Gece, yazdan kalma günlerin en sahicisiydi ve limana karşı oturup Çingeneler’in zurnalarından –bu klarnet de olabilir- çıkan yarı İtalyan müziği hengamesini dinlemenin en keyif verici anıydı. Adam “dil mil bilmem. Evde oturup İtalyan şarkıları dinlerim. Opera bile dinlerim ve bu sesleri enstrümanımla notasız da olsa çıkarmaya çalışırım.” dedikçe, -eskiden olsa buraya ben de enstrümanımla notalı notasız sesler çıkarırım gibi şeyler yazardım- o şûhun gözlerinden çağlayan gri dumanlar burnumdan ciğerlerime süzülüyor ve aşkın her halini ismin yönelme haline çeviriyordu, çünkü yöneliyordum ister istemez bu çift gözün simsiyah debdebesinde kendi ahvalimi görünce…

Genç Werther’in ölüme sürüklenişine şahit olanlar ya da bu vakayı romanlardan okuyanlar da gayet iyi bilirler ki –bu romanı müzik eşliğinde okuyan tanıdıklarım var. Nazan Öncel ve Levent Yüksel’den ve belki de Sezen Aksu’dan uzak duruyorlar- aşk adamı ölüme götürmez, insan ancak kendi kendini ölüme götürür ve buna çare yoktur. Ölüme değil, ölümüne yaşayanlar mezkur Çingene’nin çıkardığı birbirine zıt seslerin nasıl böyle ahenkle sarmaş dolaş hale geldiğini idrak edebilirler, desem bunu tarafsız bir gözle söylemiş olmam, çünkü yanımdaki kadın, köpeklerin kedileri en saçma sebeplerle kovalamasını dahi bana hoş bir şey izliyormuşum gibi hissettiriyordu. Ne de olsa kadındı ve biliyordu erkeğine güzel hissettirmeyi… 
Velhasıl Leyla tam karşımda duruyor ve ben onun için mehtabı yere seriyordum… Bir ara yağmur yağıyordu, sonrası iyilik güzellik…

30 Eylül 2015 Çarşamba

Alex'e

Sonra birdenbire bir sessizlik oldu
Bu dünyadan Alex adlı bir köpek geçti dediler, yürüdüm…

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Dilim Nihavent Çalar, Gönül Sultânî Yegâh

Seni alıp bu yere getireceğim. Gözlerine hicazkar kürdî bir beste; Dostoyevski’den bir satır, Puşkin’den iki mısra dizeceğim. Kirpiklerin bir kez daha ıslanacak. Seni bırakıp sahile ineceğim. İlk gördüğüm banka oturacağım. Bank, seni bana hatırlatacak. Seni hatırlatan bankın bacaklarını kıracağım. Dalgalar beni görünce heybetlenecek. Hanedan’dan iki parmak beni gösterecek. Polis yolumu kesecek. Korkmayacağım! Korkmayacağım!

Şişhane’de vurulacağım. Kasımpaşa’da düşeceğim. Kirpiklerim titreyecek. Sabaha kadar dövüşeceğim. Akatlar’da bir dükkanın camını kıracağım. Bir paket boya alıp sokağına gideceğim. Saatlerce alarm çalacak. Sirenler ötecek. Kimse uyumayacak. Adımı sokağına yazacağım. Kimse silmesin diye bir köpeği bekçi tayin edeceğim.

Olur da, geçmişi yad etmek istersin. Olur da, eski evini görmeye gelirsin. Olur da, dostuna “bir zamanlar ben burada yaşardım” demeye gelirsin. Benim de geldiğimi bil…

Limana yaklaşınca gemileri göreceksin. Sakın şaşırma…

*Dostoyevski’den bir satır: “Fuhşun başladığı yerde aşk biter.”
**Puşkin’den iki mısra:
“Evime başın dik ve hiç çekinmeden özgürce

Evimin kadını olarak gir.”

13 Ağustos 2015 Perşembe

Dekolteniz Madam, Onlar Olmadan Bir Hiçsiniz!

“Göğüsleriniz Madam, göğüslerinizden bir kuble göstermeniz halinde bütün erkekleri peşinizden sürükleyebilirsiniz. Ama dikkat edin, erkekler size değil, göğüslerinize gelirler ve daha diri göğüs gördüklerinde sizden giderler.”

“Daha diri göğüs nedir bayım?”

“Yaşınız Madam, 30’u geçince göğüslerinizde sarkmalar oluşur, 35’inde iğretileşmeye ve 40’ından sonra çürümeye başlarsınız. 30’una kadar peşinizden sürüklediğiniz erkekler, elinizdeki pazar poşetlerini alıp ‘yardım edeyim mi hanım abla’ diye sorarlar ve siz her yaklaşan erkeğin size ‘teyze’ dememesi için içinizden ‘nolur nolur’ diye haykırışlarda bulunursunuz.”

“Doğru ama itici bir tespit bayım. Zaten bu yüzden çirkin erkekleri tavlamıyor muyuz?”

“Sizin dekolte dediğiniz şeyin erkek lügatinde başka anlamları var madam.”

“Bu konuyu kapatmadık mı bayım?”

“Kapatalım Madam. Dilerseniz dağlardan taşlardan serengeti aslanlarından da söz edebilirim.”

“Cinsellikten yürüyelim bayım. İtici de olsa ilgi çekiyor.”

“İticilik de bir cazibedir Madam.”

“Belli oluyor bayım. Öyleyse ben sorayım siz cevap verin. Bir kadını ayartmanın en kolay yolu nedir?”

“Onu sarhoş etmek.”

“Peki bir erkeği ayartmanın en kolay yolu nedir?”

“Erkeğin daha önce sarhoş olmasını beklemek.”

“Onu demiyorum bayım, ciddi bir ilişki ve evlilik hayali kuran bir kadın için soruyorum.”

“Bir erkeği etkilemenin en kolay yolu Madam, namuslu görünmektir.”

“Namuslu olmak mı gerekir bayım, yoksa namuslu görünmek yeterli midir?”

“Sizin için çok geç Madam.”

“Haklısınız bayım. Beni bu hale getirmeyi nasıl başardınız?”

“Eskiden Madam, eskiden çok şey öğrenmiştim.”

“Biliyor musunuz bayım. Sizinle sizli bizli resmi konuşmak hoşuma gidiyor.”

“Resmiyet, cinsellikle birlikte uzun yollar aşar Madam. Kadının erkeğe koyduğu mesafe, erkeğin kadına yaklaşma iştahını artırır ve kadının resmiyeti cinsellikle birleştirmesi demek…”

“Sustunuz bayım.”

“Es vermem gerekti Madam. Böyle bir kadın orospudan başka bir şey değildir.”

“Ne demek istediniz bayım?”

“Resmiyet, cinsellikle birleşmediği sürece sorun yok Madam.”

“Şu an bayım, böyle bir birleşme söz konusu mu?”

“Her şey alt üst durumda Madam.”

“Öyleyse mevzudan çıkalım bayım.”

“Nasıl isterseniz Madam. Önce mi çıkmak istersiniz sonra mı?”

“Üstü kalsın bayım.”


“Teşekkür ederim Madam.”

9 Temmuz 2015 Perşembe

Ben Size ‘Bayım’ Demem Beyim, Üzülürsünüz!

Kızıla çalan bir renge harami diye midir çizilmez hiç gölge. Bakarsınız da göremezsiniz uzaktakini yakındakinden daha uzakta. Çıkarırsınız ceketinizi üstünüzden, ahlaksız kelimelerle depreşirsiniz. Perde açılır, görmektesinizdir Afrika’nın A harfinden sınanma çocuklarını. Artık nutka gerek kalmaz türünden iç çekersiniz. Terbiyeniz, ahlakınız ve masumiyetiniz yerle bir olur.
Kusura bakma beyim, muhabbetimizde üçüncü boyut yoktur.

Hangimiz palyaço değiliz ki beyim. Mahallenizin doğalgazlı frenleri ezmemek üzerine kuruludur garibanları. Şimşek çakar gibi ağırmasından içinize doğan tan yerinin, bu ıslak ve rutubet kokulu geçmişinizden devşirdiği çiçekleriniz. Yani siz beyim, gözleri bin yılın ıstırabını yağmura katmış, bereket diye debelenip duruyor ergenliğiniz. Hani masum çocuksu sevmeleriniz, nerede için için tutuşan gençliğiniz. Yangına taş olsun diye koruyup emzirdiğiniz, işte çocuklarınız ve işte siz, bir virane bırakmak için mi bunca sene çalışıp didindiniz? Daha fazla konuşmam beyim, tabularınız var, anlamazsınız.
Söz konusu başkaları olunca, malum, çok ahlaklısınız.

Şimdi bu mehtabınız beyim, bu bir yılınız ve bu yarına çıkarken giyeceğiniz ceketiniz. Mehtabınız hoş görünüyor yok lafım, yılınızı kutlamakta da özgürsünüz. Lakin ceketiniz beyim… Ceketinizin düğmelerinden değersiz sancılar var yarımadanızda. Asgari çile yolunda kestirmeden varmak için evlerine -otobüslerden ve tramvaylardan ruhlarını kurtarıp- tayy-i mekan umuduyla Allah’ı zikrediyorlar.
Bu gökkubenin altında ne çınarlar var beyim, yüzlerini kıbleye dönmüş, gözleriyle secde ediyorlar.

Kafein kafalı temalardan, frenk sofranızda bandırıldığınız asitli hoşafınızdan ve sizden, uzadıya çizilmiş bir S harfinin manasını sormak da hürriyet midir beyim? Sorsam bilir misiniz ya da bilmezden gelip bebeklerinizi emzirmeye mi gidersiniz? Sözüm meclisten dışarı beyim;
biz bu şehre içre çok dilber tanıdık, fesatlarından Allah korusun.


Arada kaldık beyim. İki yanlıştan birini tercih ederek en büyük hatayı yaptık. Anlamadık buzulların okyanus diplerindeki coğrafi şekillere büründüğünü ve anlamadık hava soğuyunca donmaya ilk sığ denizlerin başladığını. Donduk beyim, ateş mi gerek? Ne dersin?

14 Haziran 2015 Pazar

Geleceğe Not

Tarih: 14.06.2015
Okuma yazma oranı artıyor. Okuduğunu anlama ve yazdığıyla anlatma oranında değişiklik yok.
Toplum uyur, rüyasını filozof görür, sayıklamasını şair yapar.
Bu durumda bir balık bir kediye aşık olabilir. Bunu onlar anlamaz. “Evet, aşık olabilir ama nerede yaşayacaklar” diye sorarlar. “Hem balık hafıza yönünden fena muzdarip.”
Damda kemanını çalar çocuk. Ve çocuk damda kemanını çalarken, bir balık bir kediye aşık olabilir ve “nerede yaşayacağız” diye sormaz.
Bırak, onlar uyusun!
Bırak, rüyasını filozof görsün!
Bırak, şair sayıklasın!

Sen bana üç saniyede bir kendini hatırlat!

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Osmancooooooooooooooooooooooooooooooooooooo

Bu bir mutluluk yazısıdır…


Üstelik ben aylardır bir Osmanco yazısı yazmaya karar verip her defasında vazgeçmişken… Üstelik daha birkaç gün önce Osmanco’ya özlem yazısı yazmışken… Hani tesadüflere inansam tesadüf diyeceğim ama alakası yok… Gene bir gece sürtmesinin ardından eve dönerken, evimden yaklaşık bir km uzakta bir kedi taklalar, parendeler atarak ve daha önce hiçbir insanda dahi duymadığım samimi miyav’larla bacaklarıma sürtündü. Bir de bakayım bizim Osmanco olmasın mı… Ulan dedim, hayat şimdi daha güzel. Bir kilometreyi birlikte yürüdük. Yolun başlarında bir kedi Osmanco’yu kovaladı. Bizimki dört nala kaçtı tabi. Dedim, bu kesin Osmanco… Kavgayla dövüşle işi olmaz bizimkinin. Sevdi, sevdirdi derken… Hayat diyorum, şimdi daha güzel… Hayat diyorum, şimdi çok daha güzel…

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Osmanco

Merhaba, ben Osmanco. Mamalak’ın kedisiyim. Sahibime kalsa adım sadece Co olacaktı. Neyse ki sahibimin annesi imdadıma yetişti de Co’nun başına Osman ekledi. Böylece adım Osmanco oldu.

Babam mahallenin ağasıdır. Bütün kediler bir dilim ekmek için kavga ederlerken –ben genelde kedilerin kavgasını izlemekle yetinirim- babam gelir ve kavga biter. Çünkü babamın gölgesi bile diğer kedilerin kaçması için yeterlidir. Ben babama çekmemişim.

Mahalleli annemi “Arsız” diye çağırır. Neymiş de annem insanın elindeki ekmeği ağzına götürmeden havada kapacak kadar arsızmış. Neymiş de daha çocuklarını ayırmadan tekrar hamile kalırmış. Bir kedinin annesine arsız denmesi garip bir duygu. Neyse ki biz kedilerin aile bağları pek sağlam değil.

Ara sıra mahallenin dişileri kapıma gelir, garip sesler çıkartırlar. Ben anlamsız bakışlarla onları seyreder, onlar gibi miyavlama çalışırım. Sonra kediler onlar gibi miyavlayamadığım için beni terk ederler. Dönerim sahibime “usta derim, nedir bu vaziyet?” Sahibim “sen daha küçüksün, büyüyünce anlarsın” der ve mevzuyu kapatır. Bu böyle birkaç kez tekrarlandı. O zamanlar sorunun bende mi onlarda mı olduğunu çözebilmiş değildim. Bir defasında sahibim “hayvan gibi yemek yiyorsun, dişiler seni yeterince büyük sanıyor, az ye de yaşının adamı ol” demişti. Yaşının adamı olmak deyimini bilmediğimden az yemek gibi bir gayretim de olmadı. Sahibimin zaman zaman bu tür çıkışları olurdu.

Bir gün sahibim evden gitti. Ben tabi insana değil mekana bağlandığımdan onun peşinden gitmedim. Ama bekle bekle yok. Bir akşam tam yemeğimi yerken, başımı kaldırdım, sahibim bana bakıyor. Koştum tabi, iki okşattım kendimi sevinsin gariban. Sonra bir gün, sahibim gene gitti. Bekle bekle gene yok. O aralar da kapımda gene dişi kediler peyda olmasın mı. Bir tarafta gene gelir diye beklediğim sahibim, diğer tarafta dişiler. Neyse dedim, madem ki nankörüz –hem mahalleliden duyduğuma göre sahibim bu işleri bilirmiş ve beni anlayışla karşılarmış- takıldım bir siyah-gri kedinin peşine. Sahibim sağ ben selamet. Gerçi eve gidip bir elveda bakışı da çaktım, o kadar da nankör sayılmam. Sonra haber alamadım sahibimden. Sanırım olmayı istediğim yerdeyim…


Not: Osmanco, mahalleli tarafından birkaç kez görülmüştür. Ya da mahalleli gördüğünü sanmıştır. Hem de birbirinden farklı yerlerde farklı kişiler tarafından farklı kediler peşinde görülmüştür. Hepsi “osmanco” diye seslenmiş, osmanco “miyav”la karşılık vermiş ve “siyah-gri” bir kedinin peşinden gitmiştir. Aslı var mı bilmem ama Osmanco, hani şu meşhur Bakir Efendi gibi efsane olmuştur. “Ben osmanco’yu gördüm bugün”le başlayıp “osmanco diye seslendim, döndü baktı, miyav dedi, siyah-gri bir kedinin peşinden gitti” ile biten cümlelerin yerini -aradan yaklaşık üç ay geçmesine rağmen- “osmanco yine bir gün”le başlayan cümleler almıştır. Hani “bir gün yine Bakir Efendi” gibi… Mahalleli Bakir Efendi’yi tanısa Osmanco yerine ona Bakir Efendi diye seslenir miydi bilmem ama Osmanco, Bakir Efendi’nin kedisi olma görevini en iyi şekilde ifa etmiştir. Bugün olduğu gibi yarın da Osmanco’nun hikayeleri dilden dile aktarılacaktır.

25 Nisan 2015 Cumartesi

Adı Angel

Siz bir kasımpatı aşığısınız anladım
ondan bütün menekşe korkularınız papatya yanmalarınız

Angel’le karşılaşma:

Kirli kokuların sarmal dehlizlerinde gökkuşağı desenli kaldırıma geçip, düş kızartıcı gülümsemenizle leylak güzelliğinizi ruhuma işlediniz. Karşımdaydınız ve karşımda olmanız her çağda kasımpatı aşklarına meylettiğinizin işaretiydi. Sütten kesilmiş çocuk tüysüz ve şapkasız sesiyle lafa girdi: “Siz adım angel diyorsunuz mavi tişörtünüz var alıp mavi tişörtünüzü beyaz tuvallere çiziyorsunuz.” Kesme taşların ve gazellerin buğusuna bulanık bir nefes salıp üç kere adınızı söylediniz. Ben adınız angel mi dedim ama neden bir çoban kadar sesiniz hiç gitar çalamam ben.

Angel’le konuştuklarımız:

Sen böyle her gece ıslak yasemin kokusu giyerdin angel. Ellerin Bâkî gazelinden bir beyit… Bin yıllık geçmişi tek kelimeyle özetlerdin. Bu binyıl başka binyıllara benzemez, alıp çeyizime koymalı derdin. Hem sonra ne gerek var şiirler şairler için değil miydi. Mısralar dilinde 16. asrın manolya padişahı. Oturup angel resimleri çizerdin mavi tişörtünü beyaz kaktüsleri. Madam Bovary’i Matmazel Noraliya’yı Annabel Lee’yi ve oturup külkedisini saatlerce dinlerdin.
Unuttum angel, her şeyi unuttum. Seni bile unuttum, görünce de tanıyamadım zaten…

Angel’le sustuklarımız:

Gözlerine baksam o çocuğu görebilir miyim angel. Hani o masum çocuk… Orta ikide okul ikincisi olmuştu da herkes şaşırmıştı. Böyle sussak bir iki dakika, bu çocuk böyle dakikalarca sussa der misin? Ben S’nin önünden de geçmiştim ama hiç böyle olmamıştım. Yalancı baharın taze pınarlarına merhem sürmek istemez misin?

Angel’le bakıştıklarımız:

İş eğitimi dersini hatırladın mı angel. Hani ben N için tokat yemiştim de benimle birlikte esnemiştin. Sonra kalkıp izin istemiştin yanıma oturmuştun gülüşmüştük. Hep böyle başlamamış mıydı zaten bütün menekşe korkularımız papatya yanmalarımız. Eski aşık şehzade resimlerimiz şişe çevirmelerimiz çağın yabancısı güvercinlerimiz. Biliyor musun angel, bizim fen bilgimiz bu yüzden zayıf.

Angel’in çevresinde olup bitenler:

O borazan sesli taksi sarı, teybinde çalan sezen aksu şarkısı, aldırış etmeden hışımla geçti şehrimizden: “Kız seni yerler yerler.” Çağın yabancısı güvercinler, kırlangıçların akşamüzeri otlandığı park, adın siyah-beyaz bir mürekkeple paralanır: Adınız angel miydi angel’in ey ıslak hali. “Yeni bir balıkçı açılmış gidelim akşam” renginde ses tonuyla adını sanını bilmediğim o kadın göz ucuyla süzdü seni: Mavi Helen. “Ah o gemide ben de olsaydım” bakışlı ergen, hukuk fakültesinde kadınlara nasıl yaklaşılması gerektiği konulu dersleri astığına o gün ilk kez pişman oldu: Ben sigara dumanının altında… Ve gözleriniz, yıllar sonra gördüğü bu çocuğu kalbinizin siyah yerinden bir anlığına çıkarıp yepyeni bir imge misali dünyaya savurdu: Seni konuştuk bir iki defa B ile…

B’nin insanlık tarihine kattığı gizem:

Bilirsin, ben B’ye seni anlatır dururum. Bir iki defa görmüş seni. Ben anlattıkça o da ben de sana aşık olduk. Seninle konuşmuştu hani hatırlarsan. Sen benden büyüksün demiştin. Ben de senden büyüktüm ve çok kızmıştım sana. Sonra şişe çevirmiştik ve tek hayalimi söylemiştim. Sen de “bu iş olmaz” demiştin. İşte o gün seni neden sevdiğimi anlamıştım. Neden diye sorma, çok zaman geçti üzerinden…

Angel’in söylediklerine susmuşluğumdur:

Bizim sohbetimizde reklam yoktur angel. Yaşanıp geçilmek üzere kurgulanmıştır her şey. Hani ben T’nin kolundayken, daha önce hiçbir kadında görmediğim o bakışı yapmıştın ya bana. Hani ben o zaman dünyadaki kadınların kadın olduğunu senin gözlerinden anlamıştım. Şimdi sıraya girsek, sağ baştan saysak, sen en sonda olsan, sıra sana gelinceye kadar heyecanlansam, bütün isimleri unutsam, hani sırf heyecan olsun diye… Bir daha karşıma çıkma angel…

Angel’in “siz” olup gidişi:

Anladım Y mahallesinin sola sapınca varılan evleri ve konaklarında adınız hâlâ Helen
K yolunun ıslak pazartesilerinde söylediğiniz bestelerin ruhu ikimizin yeri
Sorsam kızar mısınız ya da bildiğim o cevabı verirsiniz misiniz beni mi çok sevdiniz babaannenizi mi
Gergef kırlangıçların hangi mevsime yakıştığını gözlerinizden yukarı tek seferde resmettiniz
Ve yürüdünüz, yürüyüp E köprüsünün bisikletlere ayrılan yolundan yalnız adımlarınızla ve ince hayalinizle salınıp geçtiniz…

18 Nisan 2015 Cumartesi

Yazar Yaz Gelince Adını Leyland

Hangi bir yerini güzelim hangi bir yerini… Gözlerin desem, yaban iklimlerimin tazecik güneşi. Ellerin desem, ansızın gelir konar zabıtsız limanlarıma. Omuzların desem, en çok da omuzların, arşınlar dizginlerimi bahardan koparılma ıslak bir yazla. Sonra sesin gelir uzaklardan, gel de seni tanıma, gel de seni sevme derim. Bir girdap gibi savrulur aklım başım, bilirim. Galibi gene biz olalım bu savaşın. Meltemle yıkanmış çiçeklerle karşılık verelim demirden güllelere. Ve bir bakışınla yakalım ne varsa ızdıraba dair. Hangi bir bakışın güzelim hangi bir bakışın. Yakamoz gecelerinde nevruz desenli mavi Helen. Dalgalar eşliğinde kıvrak sütunlu Kleopatra. Şimdi sen söyle, çekmediğimiz klip kaldı mı Tarkan şarkılarına… 

1 Nisan 2015 Çarşamba

Tik, Tak, Tik, Saat Geç Olmuş

Toplayın ulan tasınızı tarağınızı, Madagaskar’a kuş sütü içmeye gidiyoruz. Koçum benim, yakışırrr… Bizim mahallede havaalanı yok Madam, uçuş nereye? Siz de mi börtü böcek görme merakında ve de görünen köyün en kıyak kılavuzunda konaklama telaşındasınız? Yoksa gözleriniz “yar bana bir eğlence” türünden içli iç çekişlerine mi meyyal? Dudağınızın kenarında spagetti kalmış, çek bakayım içine, ooohhh, kuzey hangi yönde kalıyor Madam?

Cilalı milalı naylon porselen takımlarından pabuç yapmış da, hangi erkeğin sırtından vursam diye bakıyormuş Matmazel. Söyleyin bana, başını göğsümüze koysak da mı uyutsak, sigara böreği sarsak da mı uyandırsak? Yorgo’nun bel kemiklerinde ince ağrılar var Madam, gece yarısı tavan arası gezmelerinde aysberg’e toslamış. Yoksa o da bilir bizim gibi bitirim hallerini.

Hey yavrum hey, diye bağırır, parlıyor ulan gözlerin, daha ne olsun diye haykırırsın he madam. Al sana gözün alası, koy kenara, lazım olur.

O değil de madam, sizin de sesiniz tonlu şarkılarda hicazkara meylediyor mu? Fettan gözlerinizin arasında taze kıvrak danslar ve de en okkalısından uçur beni yargo türünden nidalar. Ah be madam, son ganyanda yatan abiler gibiyiz, hani biliyoruz tutmayacağını ama oynuyoruz gene de.

Komiserim, her gece eğlence, her gece başka bir işkembe. Biz ne bilelim matmazel’in havaalansız pistlerde havalanacağını? Hem neme lazım bizim bu tür gezmezlerde tarağımız yoktur. Deyimimize saldırmayın, okkalı dokunaklıdır. Hı?

Çek bi Letonya madam. Olmadı Madagaskar yolcusuyuz. Yağlı mağlı filinta gibi adamımdır. Tersten bakana aşk, yekten geçene meşk olsun. Sahi, sizin oralarda da dilberleri derebeylerine mi kiralıyorlar madam? Bu aralar kullan at kadınlar meşhur olmuş. Tıraştan mıdır nedir, yanaklarım kızarıyor, dokunmaz mısınız?

Ulan ben demedim mi köşeyi dönünce solda diye, nedir yani bu gökyüzü merakı. Hani bilsem, yelkovan mıydı büyük olan akrep mi, ona göre cevap vereceğim. Yoksa siz hala komiserimin bıyığından çekmediniz mi? Komiserim, bize yol göster. Kadın halleri de vardır beyimizin. Ohhh, mis gibi, sahi, sol ne taraftaydı?

Şimdi bir şey sorup kenara çekileceğim. Elinizin arkasında sakladığınız şey nedir madam? Belki kıvrak manevralar yapar, pabucumu dama atarsınız. Hadi bi cevap, bize ezberlemediğimiz şarkı sözü gibi olsun. Yok yok, siz de var bir haller. Öğrenmeden uyumam.

Komiserim, bizi gözaltında 24 saat tutabilir misiniz? Mahallemize pist yaptırıp gondolla tatile gideceğiz. Toplanın ulan ahali, bu gece Madagaskar’da Sindirella var, kesin zamanı ileri saracacak.

Abicim, biz Mualla’yla evlenecektik. Türlü şarkılar söyleyip kıyak melodiler çekecektik. Saatleri tek tek kaldırıp odanın her yerine resmimizi döşeyecek-tik, tak, tik, saat geç olmuş.

Yani, her ne kadar okuduğu romanı ya da gördüğü filmi anlatan kadınlardan hazzetmesek de, köşe başlarını tutar, havanın kararmasını bekler, kalbimizi küt küt titretirdik. Gece iklimlerine bağışıklık kazanır, sabah akşam Barlas dinlerdik. Gökten üç elma düşse, üçü de bize düşerdi. Çayır çimen böğürtlen toplar, kerli ferli kadınlardan geçerdik. Yağan yağmur şehri temizler, dilimize o ince nağmeleri dizerdik: Kız öyle gezme, ince basma, adından söz edilir…

Sonra takıp ceketimizi omzumuza, hey yavrum hey.

28 Mart 2015 Cumartesi

Böyle Bir Sevmek: Fâ i lâ tün Bir Deniz

O kadınlar… Hani sizin bilmediğiniz… Herkes uykudayken, fısıltıyla konuşan; hiçbir zaman bilmeyeceğiniz… Aslında yokturlar… Böyle bir sevmek görmediğiniz… Köşe başlarında umutturlar… Asla izin vermediğiniz… Annenizden doğmamış kız kardeşiniz… Hatırladıkça, ağlamamak için, “anne, çay koy da içelim” dediğiniz… O kadınlar… Yağmur yağar mı diye göğe bakanlar… Hani içinize koyup beslediğiniz… “Bir sevmek hangi lügatte tanımlanır hocam” diye seslendiğiniz… Cevabı yalnız sizin bildiğiniz… O kadınlar… Gökyüzünden mavi papatya sarkıtıp, gece çanlarına kuş cıvıltıları ekler, sabaha kadar uyumazlar…

17 Mart 2015 Salı

Zaman Tutulması...

Biz gideriz biz gideriz durmayız yerimizde. Dağlar gider yollar gider kavuşur seven sevdiğine. İstedikleri kadar izmarit yaksalar saman alevlerinden saf katran buluruz. Biz güleriz biz severiz değince gözlerimiz gözlerimize…

20 Şubat 2015 Cuma

Mıstır Em’le Madam Es’in Tuhaf Karşılaşması

Köşe başında beyaz sigarasını ağzına yerleştiren Bay Em, başına geçirdiği kukuletasının bedenine kattığı karizmatik duruşa birkaç arşın manifesto ekleyerek sokak lambasının altında yeni yeni beliren Madam Es’in gözlerine sürme gayesiyle derin bir nefes çekti. Nefesin tesirini bedeninde değil, yüreğinde hisseden Madam Es, vücuduna emzirdiği ince kıyafetini bir çırpıda soyutlayarak Bay Em’in kendisi için çizdiği rotaya titrek dokunuşlarla sokuldu. Beyaz kaldırımın yaman kokusuna kalın topuklarıyla ahenk katan Madam Es, olası bir karda kayma hikayesine hazırlıksız yakalandığı gerekçesiyle tek seferde yola adımladı. Madam Es’e yaklaşan arabanın korna sesine tahammül edemeyecek kadar sükut içinde kalp titreten Bay Em, amatör bitirimlerin ürkek dans ritimlerini ayaklarıyla şekillendirerek Madam Es’i estetik hatlarından kavrayıp ilk yudumda kaldırıma çekti. Bünyesinde böylesi bir çarpılma haline hiç de alışık olmayan Madam Es’in, oval kaşlarını çatmasına ramak kala Bay Em, birkaç saniye önce içine çektiği nefesi nihavent makamından bir telaşla Madam Es’in gözlerinden aşağı saldı. Salınan nefesin titrek buğusunu sokak lambasının oynak ışıkları altında hisseden Madam Es, “size aşık oluyorum galiba” isimli yeni keşfettiği bakışı Bay Em’in karanlık sakalına okudu. Okuyuş, Bay Em’in “daha varılacak nice liman vardır” duruşuna keman sesleri ekleyip kukuletasının altından zihnine, ciğerlerinden sigarasına ve oradan da yedi düvele yayılıp kalabalıkta kaybolmak suretiyle karanlığa gark oldu. Ressamın donuk zihninden sıyrılan birkaç saniyenin ardından geriye kalan, karanlıkta kaybolan Bay Em’in, sigarasını ağzından sağ eline aldığı anlar oldu. Resim, Madam Es’in ince elbisesinin perdesinden Bay Em’i seyre dalması; Bay Em’in karanlıktan sıyrılıp sokak lambasının sarı ışığının altında siyah elbisesiyle belirmesi ve yeniden karanlığa bürünmesiyle nihayet buldu. Madam Es, o dakikalarda hangi yöne ne şekilde gitmeye karar verdi bilinmez. Bay Em’in karanlıkta kaybolmasına şahitlik eden sokak lambaları, kendi heyecanlarını tabiata sirayet etmek kaygısıyla birkaç saniyeliğine ışığını kesti. Belki de bu, basit bir elektrik kesintisinden başka bir şey değildi…

13 Şubat 2015 Cuma

Leyland: Yan yana dizilmiş tuhaf kızdan bir göğün, yalnız beni barındıran, taş üstüne taş koyarak yükselttiği şatom, evim benim!

Böylelikle kırlangıçların üstünde biz doğmadan çok daha önce yeşeren bulutlar yeniden alevleniyor. Sahip olmak sana, yazgısız maddi kavramların pusundan sıyrılıp bir lokmada düşlerimde uyanıyor. Şimdi her şeyinle, her halinle benimsin. Milyonlarca dolarla satın alınamayacak saçlarını, beş para ödemeden kendime armağan ediyorum. Bir sonraki sefere tepeden tırnağa taşralı olarak doğduğumuz şehirde buluşmak dileğiyle…

Kulübemin üzerinde rüzgarsı taşlar, kiremit mırıltılarıyla kuş yuvası. Gerektiğinde kar kadar sınırsız, gerektiğinde güvercin kadar tenha. Sen kapat pencereni kendini güvende san. İ harfini oluşturan ne varsa gelir sızar içeri duvarlarından. Siz de gelin ey! Siz de gelin diye bağırır orman. Ağaçlara, yaban otlarına ve sesine konar erguvan.

İzin verme derim, izin verme bu gökyüzü bozmasın ahengimizi. Yumuşak dokunun sıcak soluğundan ve gri paslı yakamozlardan bir çırpıda geri gelsin ellerimiz. İşte bu benim dersin, benim daha keşfetmediğim ne yazlarım var, hiç sezdirmeden bedenime sürdüğün yuvamızın eşiği. Kaşların düzen bozan uyum, heybende incecik fistan. Ve senin anahtarın var, dünyanı dünyama kilitlediğin. Eşikte gece gündüz öylece bekler, kapının sesi ince nağmelerin, nihaventten yörük semaiye çalan iniltinle, “ey” dersin, “ey kapıda bekleyen! Ay ışığınız varsa içeri girebilirsiniz.” Neyse ki cebimizde hep bir ay ışığı olur, gelir konar patikandan sola sapınca varılan kervansaraylarına.

Ben bazen, umulmadık yağmurların arkasından kabuğuma çekilip Bakelard okurum. Sen Silvia’nın dağa tırmandığı roman olursun, virgül gibi ismin sayıklanır Antik Miken Uygarlığında. Kralın başına tacı gözlerin giydirir. Yok yere kaleleri yıkılır Rodos’un. Taslaklarım parmaklarına ayrılmış saatli bomba, yalnızlığın göbek adı sensizlik. Şiir yazdığını anlarsa şair her şey değişir. Hem seni görmeden nasıl yazılır herhangi bir şiir. Bilinmez baharat desenli sunta gergefler niçin korunur Mora adlı yarımadada. Ve niçin bir ırmak uzun uzadıya tasvir edilir zikredilen romanın son sayfasında…

Leyla’sı olan bir adam gibi değil, Leyla’sı olmayan bir adam gibi yaşıyorum seni, kainatın bize öğrettiği düsturu yadsıyıp tepeden tırnağa istediğim gibi… Ey benim titrek yadsımalarım, nasıl da gelir oturur buzdan kederime. Sen çıkıverirsin sokağımın sedeften tortusuna, “benim” dersin, “benim işte olmasını istediğin şey; siliyorum şimdi bunları, bir daha kapatma kalbimi. Çare yok, kapı açıksa girilecek.


Düş kurmanın masum derinliğinde oyuncaklar ıslatırım sana. Bak derim, bu yanakların için, bu kirpiklerin ve bu da kasımpatı şarkısından ve ıhlamur dumanlarından koruyup emzirdiğimiz evimiz. Ey, titrek duman alevlerinde çığ gibi büyüyen kadınım, sarkaçlarıma gece yarısı Bab-ı âli’den düşen nefesim benim, dizlerin ortaçağdan kotarılma yatay hazine, kaşların siyah beyaz filmlerin sinopsisi, kim getirir şimdi yosun tutuşan şehrimde bir araya seninle beni?

Şimdi bu benim gençliğim, bu çocukluğum ve bu da bebekliğim. Bunu bir köşeye koy, bu sobamız olsun ve bu gülüşümüz. Kıyımızdan portrelerin tepesine, saman alevlerinden tasarladığımız bu narenciye merhametleri ve kalbimizin ritmik dans edişini ve şafağın tutsak mavisini yerleştirelim ve tek yudumda bir gerçek gibi ansızın yok olmasına karşı gelelim. 
Olur mu evim, olur mu şatom benim...